Cinsiyetçilik ve ırkçılık

19.01.2015 - 11:38
Aspurçe Gizem Kılınç
Haberi paylaş

"İktidar sizi nerenizden yaralıyorsa orası kimliğiniz olur."

- Milan Kundera

Bir insanın kimliği; ırk, cinsiyet, sınıf vs. maddelerine göre belirlenir. Tüm kimlikler farklı olanlar, yani ötekiler üzerinden kurulur ki bu farklılıklar dolayısıyla ve yine o farklılıkların aynı alanda bulunmasıyla kimlik ortaya çıkar. Çünkü kişi, devamını sağlayabilmek için kendi kimliğini 'öteki'ne karşı tanımlamalıdır. Bu, Lacan'a göre 'ötekine yönelik agresyon'un kökenidir; öteki, ayrı olmaklığı ve dolayısıyla kimliği tehdit eder.

Cinsiyetçiliğin, homofobinin ve ırkçılığın ortak kökenden çıkmasının sebebi budur. Kapitalizm çekirdek yapılara ihtiyaç duyar. Çekirdek yapıları kısıtlayıp kapatabileceği kadar küçük tutmaya çalışır. Tek milletlilik ve erkek egemen aile yapısı üzerinde yükselmesi, onun bağımlı iş gücüne ihtiyacıdır.

Cinsiyetçilik, ırkçılık ve homofobi işçi sınıfını böler. Düşük ücretlerle sürekli rekabet hâlinde bir sınıf yaratılır. Bu bölünmüşlük ise devlete ve işyerinde işverene karşı dayanışmayı zayıflatır.

Şimdi ülkemizden örnekler üzerinden gidelim. Hiç yabancı olmadığımız kavramlardan “Nataşa” üzerinden düşünelim. Bir dönem gazete sayfalarının manşetlerini "yuva bozan Nataşa" haberleri süslüyordu. Hiç yuva yıkan Rus bey haberi okuduğunuz oldu mu? Benim olmadı. Nataşa yaygın olarak kullanılan bir Slav ismiyken, ülkemizde seks işçiliği yapan kadın anlamında kullanılarak bilindi. Seks işçisi olan ya da olmayan yabancı uyruklu her kadın, Rus olsun olmasın, Nataşa olarak adlandırıldı medya ve toplum tarafından. Seks işçiliğinin yuva yıkmakla itham edilmesi bir yana, bir de kadının milliyeti üzerinden ikinci bir ötekileştirme yapılıp durdu. Hiç kimse o kadınlarla birlikte olmayı, hatta evliliğini bitirip ya da bitirmeden ilişki kurmayı sürdüren erkeklerin milliyetini ya da cinsiyetini yorumlama ihtiyacı duymadı. Çünkü bir erkeğin bu konuda istediği gibi davranması toplumsal normların dışına çıkmıyordu, mesele yabancı uyruklu bir kadının gelip bir erkeği sanki iradesi dışında ele geçirmesiymiş gibi yansıtılıyordu. Rus ve Slav ekonomisinin çökmesiyle, işsiz Rus kadınların yaşayabilmek için Türkiye’ye bakıcılık, turizm işçiliği gibi bahanelerle getirilip seks işçisi olarak çalışmasının doksanlı yıllarda hemen her gün haberi yapılırdı. Ve hemen hepsinde aile olma kavramı, kadın olma kavramından çok önde vurgulanır, “Çocuklarına bakmak için Türkiye’ye geldi ve başına neler geldi” temasıyla verilirdi. Kadın eskiden de bugün de içinde bulunduğu şartlardan çok anneliği, kadınlığı ve evlilik kurumuna konumu ile değerlendirildi. Peki bugün bu konuda değişen bir şey oldu mu? Tabii ki hayır. Savaş yüzünden Türkiye ve civar ülkelere göçen Suriyeli kadınların bugün ülkemizde yaşadığı şey, bu durumun aynısı. Son üç yıldır “Suriyeli kadınla evlenmek için eşinden ayrıldı”* haberleri sık sık, gerçek olsun olmasın gazetelerin manşetlerini süsledi. Bu haberleştirme biçimi hem toplumda savaş yüzünden göç etmek zorunda kalan göçmenlerin varlığına yönelik bir ırkçılık hem de özellikle kadınların kadınlara bakışında cinsiyetçiliği besledi. Hiç “Suriyeli ile evlenen Türk kadını” haberi okumadım mesela. Veya “Bir Türk tarafından tecavüze uğrayan Suriyeli” haberi. Bunlar medyanın ırkçılığa ve cinsiyetçiliğe karşı aldığı otokonumu bize yeniden deneyimleten durumlar.  

Bunun, yani medyanın tavrının sadece Türkiye’ye özgü bir durum olmadığını bir kez daha hatırlatalım. Bu üç olgu; cinsiyetçilik, ırkçılık ve homofobi birbirinden koparılmadan, aynı kökenden, kapitalizmden beslenir. Bugün Amerika’da da tecavüz ve taciz gibi cinsiyetçilik bağlamında incelenmesi gereken olayların bile ırksal ve sınıfsal değerlendirmelerle yapıldığını görebiliriz. Eğer tecavüze uğrayan kadın siyah ve güzelse haberin kuruluşu başka, beyaz ve sınıfsal olarak üst sınıfa mensupsa başka yapılıyor. Bununla ilgili Helen Benedict- Virgin Or Vamp: How the Press Covers Sex Crimes adlı kitabı inceleyebilirsiniz.

Göçmen kadınların sorunları bizde ise birkaç gönüllü grup dışında hiçbir şekilde gündeme getirilmiyor. Kadınların  çok eşliliğe zorlanması, doğum ve çocukların bakımı konusunda yaşadıkları çıkmazlar, ne hükümetin ne de toplumun çok büyük kesiminin umrunda. Bu nedenle yoğunlaşan ırkçılık ise cabası oluyor. Kadın çok eşliliğe zorlandığına mı yanacak, yoksa gittiği her kapıdan Suriyeli olduğu için geri çevrilmesine mi?

Sınıflı toplumun yarattığı ırkçılık ve cinsiyetçilik, aynı safta savaşılması gereken olgulardır. Birini yapıp diğerini beslemeyi sürdüremezsiniz. Cinsiyetçilik konuşurken evini arkasında bırakmak zorunda kalan Suriyeli, Slav, Afrikalı bütün göçmen kadınlar için de konuşmalıyız. Kadın olma ötekiliğini ve çoğunluktan başka ırka mensup olma ötekiliğini de üzerine alan kadınlar için hem ırkçılığa hem cinsiyetçiliğe karşı aynı safta ve dimdik durmalıyız.

Aspurce Gizem Kılınç

[email protected]

* Kaynak: Ekşi sözlük, http://t24.com.tr/files/09012015104258.pdf

Ve göçmen kadınların yaşadıklarının medyadaki tezahürlerinden birkaç tanesi.

http://www.haberturk.com/gundem/haber/1003940-neden-suriyeli-gelin

http://www.milliyet.com.tr/suriyelilerle-evlilik-ticarete/gundem/detay/1827612/default.htm

http://www.gazetevatan.com/eslerinden-bosanip-suriyeli-kadinlarla--691465-yasam/

http://blog.milliyet.com.tr/rus-kizlari-sevismeden-evlenmez-kolay-asik-olur--zor-vazgecer-/Blog/?BlogNo=360142

http://blog.milliyet.com.tr/natasa-capkin-hatti/Blog/?BlogNo=316416

Bültene kayıt ol