6 Mart 1920: Bir ırkçılık abidesi olan Ömer Seyfettin öldü

06.03.2016 - 09:46
Haberi paylaş

Ömer Seyfettin, kimilerince "Türk hikâyeciliğinin" öncülerinden olarak adlandırılır. Kendisi İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin önde gelen bir üyesi olarak hayatı boyunca ulus devlet projesinin peşinden koştu ve kitleler arasında Türklük bilincini yaymaya çalıştı. Yazdığı hikâyelerin hepsinde ağır bir ırkçılık, milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, kin ve nefret duyguları hakimdir.

Ömer Seyfettin 1884 yılında Gönen'de doğdu. Çocukluğunu ve gençliğini, babasının görevi nedeniyle çeşitli batı illerinde, Edirne, İzmir ve İstanbul'da geçirdi. 1900 yılında İstanbul'da Harp Okulu'na başladı ve yoğun subay açığını kapamak üzere çıkartılan bir kararnameden faydalanarak sınavsız mezun oldu. İzmir Jandarma Okulu'nda öğretmenlik yaptı.

Ömer Seyfettin, İttihat ve Terakki Fırkası'nın önde gelen üyelerindendi. Fırkadaki asıl görevi, kitlelere Türklük bilincini aşılamak için propaganda ve ajitasyon faaliyetlerini örgütlemek ve sürdürmekti. 1908 Devrimi'ni bir süre heyecanla karşıladıysa da, sonradan Türklük bilincinin yeterince yükseltilmediği gerekçesiyle meşrutiyeti eleştirmeye başladı. Çeşitli dergi ve gazetelerde yazılar yazmaya, Türkçü ve Turancı fikirlerini yaymaya başladı.

Balkan Savaşı'nın patlak vermesiyle birlikte tekrar askere alındı ve 10 ay kadar esir kaldıktan sonra İstanbul'a geri döndü. 23 Ocak 1913'te Enver Paşa'nın düzenlediği Bâb-ı Âli baskınına katıldı, silah seslerini duyarak koşan insanlara ajitasyon yaptı. Daha sonra askerlikten ayrıldı, yazarlık ve öğretmenlik yaptı. Türk Sözü dergisinin başyazarlığına getirildi ve burada Türkçü düşüncenin sözcülüğünü yapan yazılar yazdı. 1914 yılında Kabataş Sultanisi'nde öğretmenliğe başladı ve 6 Mart 1920'deki ölümüne dek bu işte çalıştı.

Ömer Seyfettin hikâyeleri ve yazıları çok yoğun bir ırkçılık, milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, kin ve nefretle örülüdür. Onun için Türk olmayan her şey kötüdür, düşmandır, yok edilmesi gerekmektedir. Bu anlamda aynı zihniyete sahip olan Mahmut Esat Bozkurt ile düşünceleri farklı değildir: "Bu memlekette Türk olmayanın tek bir hakkı vardır, o da hizmetkâr olma, köle olma hakkıdır".
Ömer Seyfettin'in hikâyeleri arasında "Türk Çocuğu Primo" özel bir yer tutmaktadır, çünkü bu hikâye yazarının bütün duygu ve düşüncelerini yansıtan bir ayna gibidir. Bu hikâye 1911'de Genç Kalemler'de yayımlanmaya başlar, 1914'te Türk Sözü dergisinde sürdürülür.

Hikâyede Kenan isminde bir Türk mühendis vardır. Kenan Grazia isminde bir İtalyan ile evlidir, Selanik'te yaşamaktadır ve batılı yaşam tarzının etkisi altında kalmıştır. İki çocukları vardır, onları İtalyan geleneklerine göre Primo ve Secundo diye çağırmaktadırlar, ilk doğan ve ikinci doğan anlamında...

Bu aile mutlu mesut yaşarken Secundo diye anılan kız çocuğu ölür, 1911'de de Trablusgarp İtalyanlar tarafından işgal edilir. İttihat ve Terakki Fırkası'nın Selanik'te yaptığı propagandaların etkisiyle hızlı bir dönüşüm geçiren mühendis Kenan, bir gün içinde Türklük bilincini edinir ve azılı bir Türk ırkçısı kesilir.

Evde bunlar olurken Primo da sokakta hızla "bilinçlenir". Rum çocuklarıyla oynamaya gittiğinde, bir Türk paşasının oğlu olan Orhan ona yaklaşır, babasının Türk olup olmadığını sorar.

'Senin baban Türk değil mi?'
Primo biraz kızararak niçin soruyorsun ? der .
Soruyorum , neye inkar ediyorsun? Senin baban Türk mühendisi değil mi?
'Evet...'
'O halde sen de Türksün!...'

Böylece Primo da Türk olduğunu hemen oracıkta öğrenip Türklüğü benimser. Ne de olsa önemli olan babadır, annenin, bir kadının, çocuk üzerinde bir tesiri yoktur, olmamalıdır. Orhan Primo'ya İttihat ve Terakki'nin dağıttığı bir bildiriyi okur, daha doğrusu Fransızcaya tercüme eder, çünkü Primo Türkçe bilmemektedir.

Orhan ona İtalyanlarla Türklerin savaşmakta olduğunu, Türklerin en cesur, en asil, en kavi bir millet olduğunu, asırlarca bütün Asya'ya hakim olduklarını, Atilla'nın Avrupa'yı ezip, köpek gibi inlettiğini, dünyanın en büyük hükümetini Cengiz'in kurduğunu anlatır.
Bir kaç asır evvel Avrupa'yı terbiye eden bu nesle, Osmanlı Türklerine bütün Avrupalıların saldırdığını, mahvetmek için uğraştıklarını ama başarılı olamayacaklarını söyler. Akdeniz eskisi gibi bir Türk gölü olacaktır. Primo bu sözleri dinlerken kendinden geçer, Türk olduğu için kendisiyle iftihar eder.

Bu arada Kenan'la Grazia'nın arası iyice bozulur. Kenan, artık Grazia'ya düşman kesilmiştir. Yanında kalmayı sürdürmek istediği takdirde bazı koşulları olduğunu söyler:

"Kenan'ın karısına son önerisi: 'Buradan gider ve İtalya'da kalırsan, bil ki artık aramızda hiç bir münasebet yoktur. Benimle yaşamak, evimizi bozmamak istersen tamamıyla Türk olacaksın! Babanı, memleketini, âdetlerini, dostlarını unutacaksın! İsmin değişecek! Çarşaf giyecek, Türkçe öğrenecek, bir harf İtalyanca söylemeyeceksin..."

Tam bu anda Primo eve döner. Babası ona durumu anlatır, annesi ona sarılmak ister, fakat çocuk gayet mağrur ve vakur bir tavırla annesinden uzaklaşır, artık İtalyanca da konuşmak istemediğinden bozuk bir Fransızcayla "Ben... Turko çocuk... Ben, yok İtalyano... Ben burda... Ben çocuk Türk..." diye haykırır. Grazia neye uğradığını şaşırır ve bozguna uğramış bir halde memleketine döner.

Bu arada Türk çocuğu Primo bilinçlenmeye devam eder. Bilinçlenmenin en önemli unsurlarından biri, yabancılara kin ve nefret duymaktır. Kenan bu işi gayet başarılı bir şekilde yerine getirir:

"(...) Duvarlarda iğri ve altın kakmalı kılıçlar, kamalar, piştovlar asılı idi. Hattâ bir gün babası bu kılıçlardan birini indirmiş, kınından çıkararak ona birtakım siyah lekeler göstermiş:
-Bunlar ne? Biliyor musun? diye sormuştu.
O ne olduğunu anlamayarak :
-Çok kirlenmiş, temizletelim... cevabını vermişti.
Hâlâ duyuyor gibi oluyordu; o vakit babası gülümsemiş ve büyük eliyle minimini sırtını okşayarak :
-Hayır oğlum, demişti, bunlar kir değil... Bunlar düşman kanı... Bu kılıç bize dedelerimizden kaldı. Babam da, ben de onunla harbe gittik. Bu kılıç yedi muharebe gördü. Üzerindeki düşman kanı en büyük kıymetidir, temizlenmez...
Sonra bir gün yalnızken, hizmetçiye diğer kamaları ve irili ufaklı kılıçları indirtmiş, kınlarından çıkararak bakmıştı. Hepsi hepsi kanlıydı ve bu kanlar düşman kanıydı..."

Primo'nun gözleri yaşarır, fakat aklına bir Türk olduğu gelir: "Niçin ağlayacaktı? Kadınlar, zayıflar, kuvvetsizler, âdiler, alçaklar ağlardı. O ağlamayacak, fakat ağlatacaktı."

Yukarıda görüldüğü üzere, Ömer Seyfettin diğer hikayelerinde de olduğu gibi tümüyle hayali senaryolardan yola çıkarak Türk ırkçılığı fikirlerini kitlelere yaymaya çalışmıştı. Türkler dünyaya kök söktürmüş cengaver bir milletti, herkes onlara tabi olmalı, onlara boyun eğmeliydi. Elbette ki Türklerin dostu yoktu, çünkü tüm dünya bir araya gelmiş, işi gücü bırakarak ne yapsak da Türkleri mahvüperişan etsek diye gece gündüz düşünüp duruyorlardı. Ömer Seyfettin'in dünyasında güçlü ve egemen olan tek bir varlık vardı, o da Müslüman Türk erkeğiydi. Kadınların, zayıfların, kuvvetsizlerin bu dünyada yaşamaya hakları yoktu, onları "âdiler ve alçaklarla" bir tutuyordu.

İttihat ve Terakki'nin ırkçılığı genç yaşta ölen Ömer Seyfeddin'le son bulmadı, ulus devlet projesinin gerçekleştirildiği cumhuriyet döneminde de yükselmeye devam etti. Bu politikaların sonu her daim kan, gözyaşı ve ölüm oldu. Anadolu'nun kadim halkları yok edildi, soykırıma tabi tutuldu, aşağılandı, Türk işçileri dünyadaki diğer sınıf kardeşlerine düşman edildi.

Bir insanlık suçu olan ırkçılıkla mücadele etmek, ırkçılara cesaretle ırkçı demekten, onları her ortamda teşhir etmekten ve devrimci fikirleri işçi sınıfının saflarında durup dinlenmeden yaygınlaştırmaya çalışmaktan geçiyor.

Bültene kayıt ol