Tupamaros, TAK, Saray ve savaş karşıtı tutum

21.02.2016 - 11:24
Şeref Işıldak
Haberi paylaş

Yılmaz Güney’in “Yol” filmi ile ortak olarak, 1982 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülüne layık görülen “Missing” (Kayıp) filminin usta yönetmeni Costa Gavras’ın politik sinemanın üstadlarından olduğunu kimse inkâr edemez.

“Kayıp” filmi, 1973 yılında Şili’de sosyalist Allende iktidarına karşı düzenlenen darbe döneminde kaybedilen ABD’li Charles Horman isimli gazetecinin hayat hikayesinden uyarlanmış bir filmdir. Gazeteci oğlunun akıbetinin peşine düşen ABD’li babasının hikayesi etrafında darbeyi ve yaşanan katliamları teşhir eden bir filmdir. Costa Gavras’ın 1973 yılında çektiği “Estado de Sitio” (Sıkıyönetim*) filmini ben daha çok beğenirim. Mikis Theodorakis’in müziğini yaptığı “Sıkıyönetim” filminin konusu, (başta herhangi bir Latin Amerika ülkesinde geçiyor gibi gözükse de) esasen Uruguay’da geçmektedir. Filmin hikayesi; Uruguay’da yaşanan gerçek bir olaydan esinlerek, kurgu ve gerçekliğin harmanlandığı bir konu üzerinde şekillenir. Uruguay’da “kent gerilla örgütlenmesi” faaliyeti yürüten Movimento de Liberacion-Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin yani 18. yüzyılda İspanyol sömürgeciliğine karşı ayaklanan yerli halkın önderi Tupac Amaru’dan gelen ismi ile Tupamaros (Tupamaroların), “şeytan üçgeni” diye adlandırdıkları bir eylem ve sonuçları anlatılır. Tupamarolar; kimi zaman bir şirket yetkilisi, kimi zaman bir yardım kuruluşu yöneticisi olarak Latin Amerika’da darbeler düzenleyen ve Uruguay’da yaşanan katliamlar, işkenceler ve askeri darbelerin sorumlusu olduğunu belgelerle de ifşaa ettikleri, kaçırmış oldukları bir CIA ajanını sorgularlar filmde. Flashback sahnelerin yoğun olarak kullanıldığı filmde; kaçırılan CIA ajanının (oldukça nazik bir şekilde gerçekleşen) sorgusu boyunca kısa bir kontrgerilla-gladyo yapılanması tarihinin özeti vardır aslında. Washington Uluslararası Polis Akademisi’nin toplantılarına da katılan sorguyu yapan örgüt yetkilisi, aslında eski bir emniyet görevlisidir. ABD öncülüğünde bütün Latin Amerika’nın askeri ve emniyet yetkililerine verilen “gayri nizami harb”in yani gladyoculuğun ABC’si vardır bu filmde. Kitlesel katliamlar, provokasyonlar nasıl düzenlenir, toplumda panik ve yanlış yönlendirici algı nasıl yaratılır, başkaları tarafından da yapılsa düzenlenen farklı toplumsal eylemler nasıl devlet lehine çevrilir, bunun propagandası nasıl yapılmalıdır, üniversitelerden sendikalara suikast eylemleri, faili meçhul diye bilinen faili devlet cinayetleri nasıl işlenir, işkence teknikleri nelerdir, kitlesel eylemlerdeki patlatılan bombaların amacı ne olmalıdır gibi bir dizi konu filmdeki birçok sahne boyunca oldukça ayrıntılı olarak ele alınır. İzleyici, gladyo-kontrgerilla yapılanmasının, dantel işler gibi ABD tarafından nasıl örgütlendiği konusunda ayrıntılı bir şekilde bilgilendirilir. Daha fazla uzatmayalım, izlemek isteyenlerin de merakını kırmadan filmin sonundan bahsetmeden sadede gelelim. 1973 yılında Uruguay’da düzenlenen askeri darbe sonrası Tupamaroların kimisi öldürülür ve ve yakalanan merkez komite yöneticileri de hapse atılır.

2009 yılında Uruguay devlet başkanı seçilen, 2015’e kadar görevini sürdüren Jose Mucia ve “Duvardaki Sarmaşık Gibi”** ismiyle türkçeye çevrilen kitabın yazarı Mouricio Rosencof isimli tiyatrocu ve örgütün diğer merkez komite üyeleri, 13 sene boyunca (hiç kimse ile görüştürülmeyerek) tek kişilik hücrelere hapsedilirler. Bugün (bizdekinin anti tezi olarak), dünyaca “Saraysız Başkan” namı ile tanınan Mujica’nın da dahil olduğu bu Tupamaroslara ait “kent gerilla örgütlenmesi”, hem örgütsel yapılanma tarzı hem de eylem biçimlerine bakıldığında ne PKK, ne YPG ne de gençler ve siviller tarafından kurulan YPS ile uzaktan yakından bir benzerliğe sahip değildir. Bir benzetme yapılacak olursa, daha çok TAK olarak bilinen “Kürdistan Özgürlük Şahinleri” örgütüne benzetilebilinir. Ankara’nın göbeğinde düzenlenen ve resmi beyanlara göre biri gazeteci sivil, 28’den fazla askeri görevlinin öldüğü TAK’ın intihar saldırısı sonrası, devlet ve hükümet yetkilileri tarafından yapılan açıklamalar, beyni havuz medyası ile her gün iğfal edilen genişce bir kesimi belki ikna etmiş olabilir. Ancak kontrgerilla-gladyo yapılanmasının kitabını yazmış olan ABD’yi ikna etmesini beklemek saflık değilse de salaklık olarak görülmeli sanırım. 11 Eylül 2001 de ikiz kulelere yönelik saldırı sonrası geliştirilen “teröre karşı savaş” siyasetini 14 sene sonra yeniden keşfedenler, seneler sonra devri kapatılmış bir politik algının enstrümanı olarak kontrgerilla argümanları ile anca kendi tebasını aldatabilirler. Daha düne kadar Gezi isyanını Almanya ve ABD gibi ülkelerin komplosu, Gezi parkındaki eylemcileri de "işgal güçleri" olarak tanımlayanlar, bugün NATO, Almanya ve ABD’ye Suriye’de olası bir savaş durumunda destek için yalvarmaktadır. Rusya’ya ait uçağı düşürdükten sonra NATO’nun bacakları arasından ayrılmayan bu iktidar, Rojava’daki, Kuzey Kürdistan’daki kürtleri tankla-topla katletmeye devam etmektedir. Aleni ve açık bir şekilde El-Nusra, Ahrar-uş Şam gibi örgütlerin arkasında durduğunu (artık saklamaksızın) dünyaya duyurmakta, göstere göstere onlara destek sunmaktadır ve NATO şemsiyesi altında Rusya’ya karşı diklenebileceğini sanmaktadır. Erdoğan “ülke olarak meşru müdafaa hakkımızı kimse engelleyemez” diyor ama belli ki onun aklındaki ülkenin sınırarı Misak-ı Milli sınırları değil, Osmanlı sınırları. Birkaç defa görmüştüm, her gün TRT'de yayınlanan dizilerle Halep’i ele geçirenler, bugün reel dünyada değil yarattıkları kurgusal dünyada yaşamayı tercih ediyorlar.

Oysa Suriye’de şu ana kadar vitrinde boy gösteren, vekaleten savaş sürdüren Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin desteklediği vahabi-selefi gruplar, Suriye’de 2011’de başlayan halk ayaklanmasını sırtından hançerlemiş ve devrimin sırtında kambur olmaktan öteye geçmemiş, kelle kesmekten, daha çok kan akıtmaktan başka hiçbir şey yapmamıştır. Ve şimdi karşılarında iki büyük cephe var. Bir yanda Esad diktatörünün yanında vekaleten savaşa aktif bir şekilde müdahil olan Rusya, İran ve Hizbullah cephesi, diğer yanda ise Kobanê direnişinden bu yana Kürtlere bazen açık bazen üstü örtülü destek sunan ama belli ki Kürtleri bölgede kendisine stratejik partner olarak seçmiş gözüken ABD var. AB ise şimdilik mülteci krizi vesilesi ile yanar döner bir tutum içerisinde kıvırmaya devam ediyor gözükmektedir. Bu genel fotoğraf karşısında afallayan Erdoğan liderliğindeki Türkiye yönetiminin tavır ve tutumu ise; “seni en çok seven benim, sana en sadık olan benim, ne olur beni seç” diyen liseli bir ergenin sevgili olmak istediği kıza yalvarışlarına benzemektedir. Oysa bence ABD, Rus uçağının düşürülmesi sonrası Rusya’nın Suriye'de devam eden iç savaşa aktif bir şekilde müdahil olması karşısında sahada gördüğü en uygun müttefik olarak YPG’yi seçmiş gözükmektedir. Rusya’nın desteği ile rejim güçlerinin Halep’i kuşatması ve kuzeye doğru ilerleyişi karşısında YPG’nin harekete geçmesi, bence sanılanın aksine paralel değil karşı bir tutumdur. YPG’nin Afrin’den Azaz’a, Tel Rifat ve Mare hattı üzerinden doğuya yani Kobanê’ye doğru, Tışrin’den Minbiç’e yani kuzey batıya doğru harekete geçmesi, rejim güçlerine karşı bir hat oluşturma kaygısı taşımaktadır. 

“Bu gelişmeleri tribünlerden izleyemeyiz” diyen ateş çemberindeki bir akrepler ve onların yerli ve milli şefleri, Suriye’ye savaş açarak ömrü billah iktidarda kalacakları hayalini taşımaktadırlar. Ancak, dünyayla ve reel politik gerçeklikle tamamen bağları kopmuş, izole olmuş bu yönetim esasen olası bir savaş ile iktidardan düşüşü hızlandıracaktır. Yeter ki biz boş durmayalım.

Hemen hemen her yazımda vurguladığım gibi, bunun gerçekleşmesi için yapılması gereken şey aslında çok basit. “Düşman dışarda değil, içerde” diyerek, savaş isteyenlere karşı, savaşa karşı güçlü bir koalisyon/cephe kurulmalıdır. Ve bu cephe ete kemiğe büründürülecek eylemlerle savaşa karşı kamuoyunda güçlü bir ses olabilmelidir. 2003 yılında “Irak’ta Savaşa Hayır Koalisyonu” yağmurlu bir nisan günü sabahı bir yoldaşımızın Taksim’de başlattığı imza kampanyası ile 150’yi aşkın kurum ve kuruluşu bir araya getirmiş ve dünya çapında savaş karşıtı hareketin parçası hâline gelmişti. Ve o savaş karşıtı hareket, bugün Erdoğan’ın pişmanlıkla anımsadığı 1 Mart 2003 tarihinde yüz binleri bir araya getirerek meclisteki “tezkere kararını” engellemişti. 13 sene sonra bugün bakıldığında, potansiyel olarak savaş karşıtı hareket aslında eskiye nazaran çok daha güçlüdür ve çok daha büyük olanak ve imkanlara sahiptir. Ayrıca böylesi bir mücadele aynı zamanda, Kürt sorunu konusunda devrilen masanın yeniden dört ayak üstüne dikilmesi sürecini de hızlandıracaktır.

Suriye’de savaşa, Rojava’yı işgale hayır deyip milyonları harekete geçirebilmek bugün her zamankinden daha çok mümkündür.

S. Şeref Işıldak

https://www.youtube.com/watch?v=WkHAzHKxKbw

** http://www.kitapyurdu.com/kitap/duvardaki-sarmasik-gibi-diktatorluk-hucrelerinden-anilar/24019.html

Bültene kayıt ol