Medeniyetler çatışması tezine teslim mi oluyoruz?

09.01.2015 - 10:45
Arife Köse
Haberi paylaş

Hiçbir gerekçeyle ya da bahaneyle mazur gösterilemeyecek Charlie Hebdo cinayetinin ardından dünya bir kez daha saflaşıyor.

Aslında 11 Eylül 2001’den bu yana gerçekleşmiş bir dizi benzer olay sıralayabiliriz. 15-20 Kasım, El Kaide’nin İstanbul bombalaması; 2004’de Madrid’de, 2005’de İngiltere’de patlayan bombalar, 2004’de yönettiği film kadınların ezilmesinin kaynağını İslam dini olarak gösterdiği için öldürülen Hollandalı yönetmen Theo Van Gogh olayı, 2012’de Müslümanların Masumiyeti filminden dolayı ABD’nin Libya büyükelçisinin öldürülmesi. Eminim bunların sayısını artırmak mümkündür. Gördüğünüz gibi o kadar sık olmuş ki insan neden hala şaşırdığımıza şaşırıyor doğrusu. Demek ki ciddi bir sorun var ortada.

Dünyanın bu sorunla ilk ve gerçekten şok edici şekilde karşılaması 11 Eylül 2011 ile oldu. Herkes bir yandan ‘nasıl olabilir böyle bir şey!’ ile ifade edilen büyük bir şaşkınlık yaşarken bir yandan da ‘neden ABD?’ sorusunu soruyordu. Bu soruya o günlerde iki farklı yanıt verildi.

Birincisi ifadesini S. Huntington’un Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması (1996) adlı kitabında ifade edilen ‘medeniyetler çatışması’ teziydi. Huntington, ABD Savunma Bakanalığı’nın danışmanlarından biriydi aynı zamanda. Kitap özet olarak şunu anlatıyordu: 21. yüzyıl medeniyetler arasındaki çatışmalarla şekillenecekti. Uluslararası ilişkiler sisteminin 16. ve 17. yüzyıllarda doğuşundan bu yana, ana hatlarıyla dört dönem geçirdiğini söyleyen Huntington’a göre, birinci dönem Fransız Devrimi’ne kadar sürmüş ve bu dönemde uluslararası ilişkiler temelde egemenler arasında yürütülmüştü. Fransız Devrimi’nden sonra çok kutuplu hale gelen uluslararası sistemde, savaşa ve barışa birlikte karar veren, birbirine aşağı yukarı eşit durumda olan çok sayıda aktör bulunmaktaydı. Bu sistem de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra sona ermiş, önce komünizm, ardından faşizmin yükselişi, ideolojik blokların çatıştığı bir uluslararası sistemi hazırlamıştı. İkinci Dünya Savaşı ise Soğuk Savaş dönemini oluşturmuştu. Huntington, bu dönemin sona ermesiyle birlikte ülkelerin artık siyasi veya iktisadi sistemlerine veya ekonomik gelişmişlik düzeylerine göre değil, kültürel özelliklerine göre sınıflandırılması gerektiğini savundu. Ona göre artık ideolojiler çağının demir perdesinin yerini kültürün kadife perdesi alacaktı. Dünyayı Batı’daki Katolik Hıristiyan, Çin’deki Konfüçyüs, Japon, İslam, Hindu, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve Afrika olmak üzere sekiz medeniyet bölgesine ayıran Huntington, önümüzdeki yıllarda bu medeniyetler arasında bazı çatışmaların meydana geleceğini ve bunların yayılacağını ileri sürdü. Eğer gelecekte bir dünya savaşı çıkacaksa bu da medeniyetler arası bir savaş olacaktı. Huntington yine bu tezinde İslam uygarlığının kanlı sınırlara sahip olduğunu, dolayısıyla çatışmanın onun karakteristik özelliği olduğunu savunuyordu.

O günlerde dünya, Bush ve ‘neo con’ların politikaları ile “Ya bizdensiniz, ya da onlardan” anlayışı ile yine ikiye bölünmüştü, Müslüman Doğu-Hırıstiyan Batı ayrımı derinleşmişti. Huntington’un medeniyetler çatışması tezi, bu saflaşma ile birlikte gelişen Afganistan ve Irak işgaline mükemmel bir ideolojik çerçeve sunmuş oldu. Yaşanan her şey zaten bu tezi kanıtlıyordu. Amerika’nın emperyal çıkarları gereğince bu politika önleyici vuruş adı altında işgal, savaş, işkence uygulamaları ile hayata geçirildi. Barbarlık medeni dünyaya savaş ilan etmişti, medeni dünya buna hak ettiği şekilde yanıt vermeliydi. O günden bu yana ne ölümlerin sayısı azaldı ne de ‘medeniyet’in ‘babarlık’a karşı savaşı dünyamızı daha güvenli bir yer haline getirdi.

Ancak o günlerde ‘neden ABD?’ sorusuna verilen tek yanıt Huntington’un bu yıkıcı, toplumları gerçek olmayan ayrımlar üzerinden bölen tezi değildi. Tüm dünyadan, Batı’dan Ortadoğu’ya, Uzak Asya’dan, Latin Amerika ve Avrupa’ya kadar savaş karşıtları bir araya gelmiş, bir yandan işgale karşı çıkarken bir yandan bu savaşlara ve işgallere bahane olarak kullanılan ‘medeni’ dünya / barbarlık ikilemini reddetmiş ve hep birlikte hem ABD ve onun peşine takılan işgalcilere karşı direnmiş hem de El-Kaide türü yine aynı karşıtlıklardan beslenen radikal İslamcı örgütlere prim vermemiş, onun şiddetini de karşısına almıştı.

Bugün de yine bir kez daha batı değerleri vs barbarlık / ifade özgürlüğü vs İslam ikilemine sürükleniyoruz. Batı ile Doğu’nun, İslam ile medeniyetin asla uyuşamayacak oldukları tezleri sadece ve sadece daha fazla savaş ve işgal isteyenlerin ve yine El-Kaide, IŞİD gibi kendisini bu tür bir medeniyetler çatışması üzerinden var eden eli silahlı örgütlerin işine yarıyor. Yeni savaşlara, ırkçılığa ve daha fazla ölüme kapı aralıyor. İngiltere’de UKIP lideri Avrupa’nın çokkültürlülüğü meselesinin gözden geçirilmesi gerektiğini söylerken Le Pen idam cezasının geri getirilmesini önerme cesaretini bulabildi kendisinde. IŞİD ise yaptığı açıklamada saldırıyı  üstlenmese de onayladığını belirtti.

Biz her ikisi arasında da tercih yapmak zorunda değiliz. Medeniyetler çatışmasını kabul etmek zorunda değiliz. Biz daha özgür bir dünyayı eli silahlı teröristlere karşı Esad gibi diktatörlerle işbirliği yaparak değil tüm dünyada ezilenlerin birliğini sağlayarak kurabiliriz ancak. Fransa’daki Yeni Anti-Kapitalist Parti’nin söylediği gibi, Charlie Hebdo ile dayanışırken bizim kol kola gireceklerimiz Fransız hükümeti ya da Ortadoğu’daki diğer diktatörler olamaz. Biz, daha önce yaptığımız gibi bu vahşete ve bu vahşeti kendi göçmen karşıtı ırkçı, savaş çılgını politikalarına alet etmek isteyen herkese karşı tüm ezilenler ile birlikte olacağız ve bu birlikteliğimizin kriteri kültür, din, mezhep olmayacak. Yeni bir Charlie Hebdo vahşetinin yaşanmasını önlemenin başka yolu yok.

Arife Köse

[email protected]

Bültene kayıt ol