Soykırım ve Ergenekon

04.05.2015 - 00:30
Tolga Tüzün
Haberi paylaş

Yedi senedir devam eden ve “Ergenekon” diye anılan süreç, sebep olduğu siyasî yarılmalar ve hukukî çatışmalarıyla gündelik hayatımızın alttan alta işleyen dem sesi oldu. İddianameler, sorgulanan ve bazen tutuklanan muvazzaf subaylar, basın mensupları ve siviller kamuoyunda sürekli olarak dalgalanan kulaktan dolma bilgi, dedikodu ve komplo teorilerinin vazgeçilmez aktörleri oldular. Bu davanın Türkiye toplumunda yarattığı çatlak üzerine çok konuşuldu, daha da çok konuşulacak. Benim de çok özgün olduğundan emin olmasam da bu süregiden laf kalabalığına ekleyecek iki çift lafım var.

Önce önemli gördüğüm şu ayrımı yapalım: iki Ergenekon var.

Bunlardan biri iddianamelerde tanımlanan zorbalık, cinayet, darbe gibi suçları işleyen ya da teşebbüs eden, hiyerarşik olarak örgütlenmiş askerî ve sivil unsurlardan oluşan Gladyo, “Ergenekon Terör Örgütü”, Seferberlik Tetkik Kurulu, Özel Harp İdaresi, veya Kontrgerilla olarak adlandırılan bir oluşum.

Bugün 2015 Türkiye'sinde Ergenekon denilen yapılanma, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nden bu yana devam eden derin devlet örgütlenmesinin son halidir. Bu geleneğe bağlı olarak, devletin bekası için, yönetici asker-sivil elitin eliyle yukarıdan aşağı yönetilen bir ulusalcı/milliyetçi cinayet şebekesi o gün Ermeni Soykırımı'nın bugün Hrant Dink'in katli dahil olmak üzere gerçekleştirilen katliamların asıl failleridir.

Bu oluşum suçüstü yakalananları, yataklık edenleri, fikrî ve ruh desteğini verenleriyle kaldırılan birçok taşın altından çıktılar, çıkmaya da devam edecekler. Bunlar her ne kadar kendilerini yurtsever, kemalist, vatanın bekçileri vb. görseler ve gösterseler de aslında bildiğimiz adî suçlular. İnsanları tehdit eden, öldüren, üniformalı/üniformasız çeteler kuran ve kurdurtan ve/veya kurulmasına göz yuman sıradan çapulcuların “vatanî görev”, “Türk haysiyeti” gibi şaşaalı ama içi boş gösterenlerle cilalanmış hâlleri.

Bu gösterenlerin içinin boş olmasının en önemli sebebi diğer Ergenekon’dur. Daha önce değişik ortamlarda ifade ettiğim gibi işte bu diğer Ergenekon, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu prensibidir.

Jön Türklerden, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nden geçerek devralınan tepeden inmeci, zorba, ırkçı/milliyetçi, katil bir zihniyetin kurumsallaştırılarak olağanlaştırılmış, gündelik hayatın içine zerk edilerek bir modus operandi’ye dönüşmüş hâlidir.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın tetikçilerinden Ermeni konferansını düzenleyenleri “Bunlar bizi arkadan hançerliyor” diyen hedef gösteren meclis başkanlarına, Hrant’ın katlinden “operasyon” diye bahseden darbecilere, o darbecilere karşı açılmış Balyoz, Kafes davalarını itibarsızlaştırmaya çalışanlara, Mehmet Ali Birand’ın ölümüne Kürt sorununda takındığı tavrı bahane ederek sevinenlere uzanan karanlık ve ürkütücü zihniyet...

Yukarda sözünü ettiğim “Türk haysiyeti” kavramların içlerinin boş olması durumu sadece olgusal bir gerçek değil, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olmanın ideolojik bir ön koşuldur. Ertuğrul Özkök ile Ogün Samast’ı aynı paydada buluşturacak oranda içinin boş olması gerekir; Samsun Terörle Mücadelede katilin önünde poz verdiği bayrakla Hürriyet’in “Türkiye Türklerindir” logosundaki bayrak aynı şeye­ —diğer Ergenekon’a— işaret eder. TCK’nın 301. maddesiyle Emval-i Metruke’nin aynı şeye işaret ettiği gibi.

Bu diğer Ergenekon, ideolojik olarak 1913 öncesi Anadolu’da esamesi bile okunmayan bir etnik grubun üzerine kurulan bir milliyetçiliğin, Sünnîlik üzerinden örgütlenen bir İslamcılığın ve ekonomik cephede gayri müslim burjuvazinin zenginliğinin Türkçü/müslüman bir zümreye aktarımının üzerine örtülen hamasî bir suskunluk örtüsüdür. Bu yüzden Samatya’da öldürülen Maritza Küçük cinayeti basında çok itibâr görmez; bu yüzden bir Ermeni ilkokulu öğretmeninin boğazı kesildiğinde çok konuşulmaz; Balat’a “Balat Türk’tür Türk kalacak, asla Vatikan olmayacak” pankartı asılır haber olmaz.

Bu suskunluk örtüsü bu Cumhuriyet’in en temel suskunluğundan dayanak bulur: bu toprakların Ermenilerine soykırım uygulamış, mallarını gasp etmiş, çocuklarını, kadınlarını katletmiş bir devletle yaşıyoruz ve toplum olarak susuyoruz, önümüze bakıyoruz.

Bu diğer Ergenekon davalarla, iddianamelerle ulaşılacak bir yerde değil; Ermeni soykırımının sorumluluğunu üstlenmeden, özür dilemeden, üzerimizden kalkmayacak bir karabasan.

Ohannes Kılıçdağı bu suskunluk örtüsünün Marksizm 2015 toplantılarındaki konuşmasında soykırıma dair 3 tavırdan bahsederken en dillendirilmeyen tavır olarak anlattı: özetle “Yaptık, iyi yaptık, gerekirse tekrar yaparız.”

Bugün Türk egemen sınıfının her temsilcisi Soykırımın gayrimeşru evladıdır.

Ermeni Soykırımı bu ülkenin kurucu projesidir. Ergenekon denen cuntacı asker-sivil zihniyet ise bu projenin en temel prensibidir.

Soykırımın mantığı, artık buna Ergenekon diyorum, 1934 Trakya olayları, Varlık vergisi ve çalışma kampları, 6-7 Eylül 1955 pogromu, 1964 sürgününden, günümüzde Kürdistan'daki faili meçhul cinayetlere, Zirve Kitabevi katliamı, Rahip Santoro ve Hrant Dink cinayetlerine kadar her yere damgasını vurmuştur. Irkçılık ve milliyetçilik bu ülkede siyasal alanda baş gösteren her oluşumun iliklerine işlemiştir: gayrimüslimlerin bu ülke üzerindeki kötü emellerine dair Ergenekon tınılı komplo planları Kürt özgürlük hareketinin söylemine bile sızmıştır.

Bugün yapılması gereken nereden gelirse gelsin ırkçı ve ulusalcı/milliyetçi söylemlerle amansızca mücadele etmek, 24 Nisan anmalarına on binlerce kişinin katılması için çalışmak, Hrant'ın sadece tetikçilerini değil gerçek katillerinin yargılanması için ve 2015 yılında Türk Devletinin Ermeni Soykırımını tanıması için mücadele etmektir.

Peki bunu yapabilecek miyiz?

Sol değerlere sahip olan insanlar olarak bu konuda cılız ve etkisiz kalma tehlikesine karşı ne yapabileceğiz. Burada sözü Tanıl Bora’ya vermek istiyorum. Birikim’de 2008 yılında yayınlanan Sol, Liberalizm ve Sinizm yazısından uzunca bir alıntı yapacağım.

Burada kullandığı sinizm kavramını başka bir yazısında Peter Sloterdijk’e atıfta bulunarak şöyle tanımlıyor:

Umumiyetle geçiştirilen, görmezden gelinen çıplak gerçeği bir rezilliği açığa vuran bir tutumdur. Kötü ya da daha iyisi pis gerçekçiliktir.O gerçeğin onu vareden gücün karşısında bir şey yapılamayacağı duygusuyla-bir şey yapılabileceğine sahiden inanmadan yapıyordur bunu; taşını atıp, lafını dokundurup geçiyordur. Ağzın kıyısında, yamuk alaycı bir gülümseme gibidir, sinik tutum. .(...)

İdeolojinin yanlış bilinç olarak tanımlanmasını anıştırarak “Aydınlanmış yanlış bilinç” olarak tanımlar Sloterdijk sinizmi! Aydınlanmacı akılla donanmış, gerçekliğe-ve kendi gerçekliğine- eleştirel bir mesafeyle bakan ve onu kavrayan, fakat bu kavrayıştan çıkardığı sonucun icabını yapamayan, yapmaya muktedir olmayan, yapamamanın mutsuzluğunu taşıyan bir bilinçtir bu.(...)

Eleştirel akla sahiptir-ama neticede itaatkar olmak kaydıyla(...) Şizoid bir haldir sinizmin bu tarzı. Steril bir kaba dökülmüş “kimliğini” korumak için kasılır ve ahlakçılığa savrulur. Dekadanlığa yakın bir karamsarlık üretir.”

Şimdi asıl alıntıya geçelim.  

“Önce, şeksiz şüphesiz söylemek lâzım: Ergenekon davasını önemsizleştirmek, sosyalistlik ve en geniş anlamıyla sol adına gerçekten kabul edilebilir değildir ve solun yapısal bir sorunu olan sinizmin tipik bir örneğidir.Solun, bu davanın yarımlığını, hesaplılığını/hesapçılığını, devletlû ve siyasî hadlerini görmezden gelmesi elbette beklenemez. Ergenekon’un sistem/rejim/iktidar/egemen sınıflar içi bir kapışma nedeniyle ‘patladığını’ görmekten sol elbette imtina edemez.

Peki bunları görmezden gelmemek, ‘her şeyi görmek’, ne içindir? Rejimin yapısal çürümüşlüğünü ve iktidarın/AKP’nin oportünizmini bir defa daha teşhir etmek için mi? “Sistem içinde gideceği yer bellidir” diyerek ve “filler tepişiyor” diyerek arkasına yaslanmak için mi? Bu sinizmdir, trajik bir konformizmdir ve basbayağı anti-politik bir tutumdur. Ve bu gerçekten sol içinde hatta sosyal ilişkiler içinde bir ayrışma ölçütüdür.

Evet, Ergenekon davası, Türkiye’de “devlet geleneği”nin kurucu unsurlarından olduğunu söyleyebileceğimiz gayrınizamî harp aygıtının, para-legal provokasyon ilişkilerinin sadece örtüsünü sıyırmakta, buzdağının görünen tepesinde gezinmekte, bu şebekenin gerek 70 küsur yıllık tarihimizdeki gerek Fırat’ın doğusundaki korkunç bilançosunu sumen altı etmekte, kovuşturmayı gözden çıkarılmış personelle sınırlı tutmakta, kapsamı dış kapının mandallarına ve bilvesile AKP’nin bazı hasımlarına yayarak işi sulandırmakta, kısacası bu örgütlenmenin ve zihniyetin yapısal mekanizmalarını gözden sakınmaktadır.

Ancak böyle bir aygıtın varlığının aleniyet kazanması ve (Demirel lisanıyla söylersek) “bu çeşit işlerin” bir cürüm teşkil ettiği fikrinin resmen tanınması, küçümsenmeyecek bir kazanımdır. Düzenledikleri/denedikleri provokasyonlarla, işlettikleri cinayetlerle ve ekip biçtikleri ırkçı nefret diliyle bu ülkede hayatı zehirleyen bazı figürlerin bir zaman bile olsa hürriyetlerinden – ve “faaliyetlerinden” – alıkonmaları bile, başlı başına, hiç yoksa yürek soğutucudur. 

Solun refleksi, sinik bir teşhircilikle yetinmek ve Ergenekon’un araçsallaştırılmasına ilişkin – kesinlikle yersiz olmayan – şüphelerine gömülüp steril bir “duruş”ta durakalmak değil, Ergenekon’un köküne inilmesini ve arkasındaki zihniyetle toplumsal bir hesaplaşmayı talep etmek olmalıdır. Enerjisini bu talebin (siyaseten ve hukuken) somutlanmasına ve takibine hasreden bir sol, ahlâkî ‘duruş’tan, – âhlakının da icabı olan –, politik eyleme geçmiş olur.”

Ergenekon Balyoz davaları birer hayal ürünü müydü? Evet

Bu ülkede darbecilikle, ırkçılıkla, milliyetçilikle mücadele etmekten asla vazgeçmeyecek olanlarının hayallerinin ürünüydü. Bu hayali kurmaktan, darbecilerin yargılanması ve ceza almaları hayalinden ve bu hayali politik eyleme tahvil etmekten asla vazgeçmeyeceğiz. Ermeni soykırımının inkarının son bulması için çalışmak, başka bir dünya mümkün diyenlerin önce Kemalistleri şimdi Erdoğan’ı kendine kukla seçmiş egemen sınıfla mücadele sürecindeki en önemli politik eylemdir.   

Tolga Tüzün

[email protected]

Bültene kayıt ol