Özlenen barışa doğru…

29.12.2014 - 11:12
Mehmet Sezgin
Haberi paylaş

Türkiye’de geçtiğimiz hafta çözüm sürecinde yeni bir gelişme yaşandı. Abdullah Öcalan’ın Kürt sorununun çözümü için bir çözüm taslağı hazırladığını öğrendik. Ancak Kürt sorununu, çözümünün konuşulduğu süreçte yeniden okumakta yarar var. Çünkü Türkiye halkları sürekli olarak sahaya kasıtlı sürülen yapay korkulardan ötürü salt Kürt sorunu da değil, herhangi bir soruna yönelik ‘çözüm’ sözcüğünden oldukça negatif algılar edinmekte.

AKP’nin yarattığı sahte çözüm beklentisinin bir ürünü olarak çözüm denilince çözülüş, ya da çok kötü şeylerin olacağı zannediliyor. AKP’nin manipüle ettiği şekilde değil ama gerçek anlamda Kürt ulusal sorunun çözümünün gerçekleşmesi, toplumun gündelik hayatına bakınca bile görülüyor ki salt yüz yıllık bir ulusal ihtilafın çözümü demek değil. Kürt sorununa Batı’nın ‘etnik uyuşmazlık’ dediği bir indirgemecilikle yaklaşmamak, sorunun Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye özgü tarihselliği itibariyle daha da önemli. Bu toprakların son yüz yıllık geçmişi büyük insanlık suçları ve cinnet örnekleriyle dolu. Kimliklerin birbirine kırdırıldığı bu coğrafya büyük oranda hasta ve acılarla yüklü.

Dersim sürgünü hakkında şair Cemal Süreya “Kan var bütün kelimelerin altında” demişti. Türkiye halkları sürekli kan ve uğruna seve seve ölünecek bir vatan temasıyla motive edildi. Öyle ki, vatandaş olmak “gerektiğinde” ölmek göreviyle hükümlü olmak olarak anlaşıldı. Türk ulus kimliği başka halkların ölümünün kudretinin damarlardaki asil kanda mevcut olduğunu sürekli işleyerek nice topal Osmanlı, Ağcalı, Ogün Samastlı nesiller yarattı. Kan edebiyatıyla bir ulus kimliği oluşturuldu. Oluşturulan militarist ve ırkçı toplum sistemi uyarınca yerleşen şiddet kültürü, toplumun her yerine sızdırılarak her sorununu şiddetle çözmeye meyilli koskoca bir sorun alanı yaratıldı. Kan ve fanatik milliyetçilik, bir ulus inşa aracı olarak işlev kazandı. ‘Asker millet’, ‘erkek millet’ temaları toplumun sağlıklı gelişimini sürekli ihlal ettiği gibi, kendi sorununu çözmeye meyletmede de oldukça sığ bir düzeyin oluşmasına neden oldu. Tabloya şöyle bir baktığımızda 93 harbi (1877-78), Balkan savaşları, Trablusgarp, Çanakkale, 1. Dünya ve Kurtuluş savaşları ile sürekli askere alınan, vergilere bağlanan ve sömürülen Türkiye halkları cumhuriyet devrinden itibaren sistematik olarak militarizme alıştırılmıştır.

Ömer Seyfettin gibi nefret edebiyatının belki de en ibretlik örneği olabilecek bir ismin kitapları, “yüz temel eser” kapsamında değerlendirilerek ilkokul çocuklarına okutuluyor. Kabul edelim ya da etmeyelim Türkiye’de sürekli üretilerek yenilenen bir histerik saldırı kültürü var. Bu kültür hiçbir sorunu çözmeye ehil olmadığı gibi, dengesiz karakteri gereği her toplumsal konuya elindeki tek enstrümanla -şiddetle- yaklaşacaktır. Genelde Ortadoğu’da özelde Türkiye’de kendi sorununu çözme yeteneğinden yoksun bir yapısallığın varlığı bilindiğine göre, doğaldır ki; her fenalığın müsebbibi emperyalizm, yine “yapısal olarak” esas aktör olacaktır.

Günde neredeyse üç kadının doğrandığı sistem Kürt ulusal sorunu gibi bir problemi çözecek hazırlıkta değildir. İlkokul öğrencisini tokatlayarak kulağını patlatan bir eğitim sistemi ve maaşlarına ek ücret isteyen memurları ‘vatan haini’ diye polise şikâyet eden muhbir vatandaşlık, bir anda barış toplumuna dönüşemez. “Kafasına vur ekmeğini al” gibi saçma bir tekerleme, bu topraklarda övgü anlamına gelmekte ve edilgenlik anlamına gelen “etliye sütlüye karışmama” geçer akçe durumunda. Özetle, bu toplumun toplum olmayla ilgili çok temel gereksinimlerini yerine getirebilmesi için şiddet ve nefret kültüründen giderek sıyrılması lazım. Hrant Dink sırf bunu söylediği için katledildi.

Kürt özgürlük hareketi 2013’te tek taraflı olarak silahları sustururken çok anlamlı bir adım atarak toplumun kendi geleceğine yoğunlaşmasını sağlamak istemiş ve çatışmasız ortamın sağladığı avantajlı durum sayesinde herkesi ulusal-toplumsal sorunun çözümünde daha ciddi olmaya davet etmiş oldu. Barış, Kürt sorununun çözüm yoluna girmesiyle bir karakter olarak yer edindikçe farklılıklarımız ve kimliklerimiz bir öteleme ve çatışma öğesi değil birbirine dokunma ve özen gösterme öğesi haline gelecek. Barışa meyleden toplumlar ne kadar savaş ve şiddete güdümlenmiş olursa olsunlar, iyileşirler. Her kesin Türk olduğuna ve olmadığında bile gene “olması gerektiğine” dayanan faşist tekçi zihniyet çözülürken Özgürlük Hareketi aslında barış ve demokrasi kültürünü topluma yaymayı amaçlamaktadır. Bunun aksini söyleyenlere Maraş katliamını hatırlatmak gerek. Gerçekten de özgürlük ve demokrasi için direnişin olmadığı yerlerde demokrasi yerine katran kara bir faşizmin nasıl toplumun üstüne çöreklendiğini gösteren bir örnektir Maraş.

AKP stratejik barış kararını ortaya koyuncaya dek belirsizlikler ve gerginlikler sürecek. Gerçekten pratik adımların atılmaya başlandığı gün yeni bir evreye girilmiş olacaktır. Rivayete göre 1. Dünya Savaşı saat 11’de bitmiş. Siperde elinde makinalı tüfeğiyle düşman mevzilerini son dakikaya kadar tarayan bir Alman askeri saat tam 11’de mevziden çıkarak miğferini çıkarıp az önce ateş ettiği karşısındaki askerleri nazikçe selamlayarak dönüp yürümüş. Toplum Öcalan’a ve barışa hazır mı diye soranlara bu örnekteki gibi ‘toplum barışa her zaman hazır’ demek gerekiyor. Devletler savaş ve şiddet zehrini topluma ne denli zerk etseler de, toplumların barışçıl hakikati hep böyle söyler.

Mehmet Sezgin, Demokratik Modernite dergisi

Bültene kayıt ol