Irkçılığın kökeni

14.10.2017 - 09:33
Haberi paylaş

(Bu yazı, AltÜst dergisinin 24. sayısından alıntıdır. AltÜst'e ulaşabileceğiniz satış noktaları: http://www.altust.org/satis-noktalari/)

Irkçılık egemen sınıfın cephaneliğindeki en sevdiği silahlardan biridir. Ne zaman bir ekonomik ya da politik kriz olsa, bir günah keçisi yaratılır, suçlanacak bir azınlık buluunur. Suçlu diye bankacıları işaret edecek değiller ya!

Egemen sınıf bizleri ırkçılığın eşyanın tabiatına uygun bir fikir olduğuna inandırmak ister, ama bunun gerçekle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Irkçılık tarihte maddî temeli olan bir ideolojidir. Kökenleri Atlantik ötesi köle ticaretine kadar götürülebilir. “Irk” ve ırkçılığın yaratılışı yeni kapitalist sınıfın büyümesi ve hakimiyet kurmasıyla el ele gitmiştir.

Kapitalizmin ortaya çıkışından önce de elbette önyargı ve bölünmüşlük vardı, ama insanlar ten rengine dayanarak sistematik bir biçimde baskıya maruz kalmıyordu. Örneğin, antik Roma halkı “barbar” ya da “medenî” olarak sınıflandırılıyordu, ama bu kategoriler geçişkendi. Ait olduğunuz kategori, imparatorluğunuzun topraklarının başka bir imparatorluk tarafından ele geçirilip geçirilmediğine, egemen imparatorluğun aktif bir üyesi olup olmadığınıza bağlıydı. Ait olunan sınıf kişinin hakim olan imparatorluğun aktif bir üyesi olup olmadığına bağlı olabiliyordu. Roma Imparatoru Septimus Severus Afrikalıydı. Kayıtlarda siyah olduğundan hiç bahsedilmemesinin sebebi bunun o zaman önemli görülmemesiydi.

Hiyerarşi

Bu vahşi toplumlar, özgürlüğün bir ayrıcalık olduğu ve savaşlarda esir düşen insanların köleleştirilmesinin adil olduğu temelinde köleliği meşru kılıyordu. Ama bu kölelik anlayışı herhangi bir ırk ya da ırksal hiyerarşiyle ilintili değildi. Irk fikri çok sonradan, kapitalizmin yayılması için gerekli servetin ortaya çıkmasını sağlayan köle ticareti ile yükseldi.

İspanyollar ve Portekizliler, 15 yüzyılın sonundan itibaren Amerika kıtalarının halklarını ve kaynaklarını sömürmeye başlayan ilk Avrupalılardı. Avrupalıların kendileriyle birlikte Amerika’ya götürdüğü hastalıklardan sağ kurtulan yerlileri köleleştirdiler ve boya, tutkal ve kauçuk üretmek için büyük plantasyonlarda kullandılar. Bu ürünler Avrupa’ya yollanıyor ve devasa kâr marjlarıyla satılıyordu.

İspanyol ve Portekizliler bölgede bir süreliğine hakim güç oldular, ama hammaddelere ilgi hızla büyüdü ve İngiltere başta olmak üzere diğer Avrupalılar da kısa sürede bu topraklara kök salmaya başladı.

Bu yeni girişimler hızla egemen hâle geldi çünkü servetlerinin büyük bölümünü krala vermek zorunda olan feodal İspanyol ve Portekiz tacirlerinin aksine bunlar girişiler kapitalist girişimlerdi. Elde ettikleri kârları, işletmelerini geliştirmek için yeniden yatırıma dönüştürüyorlardı.

Yerli halkı köleleştirmenin yanı sıra sömürgeciler Avrupa’dan sözleşmeli/bağımlı hizmetçiler getirdiler. Bu sözleşmeler, ödeyemediği bir borcu olan ya da hapis cezası almış kişileri veya yeni kıtada yeni bir hayat kurmak isteyenleri belirli bir süre için patronun “mülkü” hâline getiriyordu. Bunlara ek olarak, başta az sayıda da olsa, sömürgeci tüccarlar Afrikalıları da köleleştirmeye başladı.

Başından itibaren kölelik bir gerekçelendirme gerektiriyordu. Önce, 16. yüzyılın ortalarına kadar köleliği meşrulaştırmak için dinî sebepler öne sürüldü. Ama 1550’de Juan Gines de Sepulveda yeni ve ilkel-ırkçı bir çizgi savundu. Sepulveda’ya göre, “doğal kabalıkları ve gerilikleri” nedeniyle Hintlileri köleleştirmek felsefî olarak meşru görülebilirdi. Bu gerekçelendirme, belli insan gruplarının doğuştan taşıdığı bazı özelliklerin onları daha aşağı kıldığı iddiasının başlangıcı oldu.

Başta bu ırkçı fikirler Amerikalı yerlileri Hıristiyanlaştırıp tanrının gözünde eşit kılmak isteyen rahipler ve misyonerler tarafından dirençle karşılandı. Tüccarlar ise bu direnişten hoşlanmadılar – bazı misyonerler, kârlarının tehlikeye girmesini istemeyen tüccarlar ve plantasyon sahipleri tarafından Amerika’ya yolculukları sırasında ya gemiden atıldı ya da katledildi.

Sözleşmeli/bağımlı İrlandalı ve diğer yoksul Avrupalı işçiler plantasyon sahiplerinin ana gelir kaynağı oldu. Fakat bu işçiler genellikle üç ya da beş yıllığına sahiplerine bağlı çalışıyordu. Sonra ayrılıyorlar ve hatta bazen patronlarının rakipleri hâline gelebiliyorlardı.

Afrikalı köle emeğine büyük ölçekte yöneliş 17. yüzyılın ortasında başladı. Sözleşmeli/bağımlı işçilerin yarattığı karmaşadan kurtulmak isteyen ve yeni işgücü peşinde olan plantasyon sahipleri için Afrikalı köleler çığır açan bir adım oldu. Büyük tarihçi Eric Williams bunu şöyle ifade ediyor:

Zenci¹ köleliğin kökeni işte tam da burada yatıyor. Sebep ırksal değil, ekonomik. İşçinin rengiyle hiçbir ilgisi yok, emeğin ucuzluğuyla ilgisi var. Hintli ya da beyaz emekle kıyaslandığında, zenci kölelilik şüphesiz daha üstündü… Bu bir teori olmaktan ziyade toprak sahiplerinin kendi deneyimlerinden çıkardığı pratik bir sonuçtu. Toprak sahibi ucuz emek için gerekirse Ay’a giderdi. Afrika Ay’dan daha yakındı.”

Kapitalist düşünürler arasında “Tüm insanlar eşit yaratılmıştır” inancına sahip olanlar kendilerini bir çelişkinin içinde buldu – eğer bu inanç doğruysa milyonlarca insanın köleleştirilmesini nasıl açıklayacaklardı? Hepsinin “haklı savaşlar”da esir alındığını iddia edemezlerdi. Basit çözüm, Afrikalıların insan olmadığını savunmaktı.

Trinidadlı Marksist C L R James bu durumu şöyle özetliyor: “İnsanları ırk temelinde bölme fikri köle ticaretiyle başlar. Kölelik o kadar çarpıcı bir şeydi ki, dinin ve filozofların toplum anlayışına o kadar zıttı ki, insanlığın bunu kabul edebilmesinin tek dayanağı halkı ırklara bölmek ve Afrikalıların aşağı bir ırk olduğuna karar vermek idi.”

Aşağı bir ırk

Siyahları aşağı bir ırk olarak tanımlamak plantasyon sahiplerine sadece yakalayıp zorla köleleştirdikleri Afrikalıları değil, onların çocuklarını ve çocuklarının çocuklarını da köleleştirilme meşruiyetini verdi.

Bu ideoloji hızla, Avrupalıların doğal üstünlüğünü kanıtladığını iddia eden yeni bir “bilim” haline geldi. Köle ticaretinin zirveye ulaştığı 1760’ta, 23 ciltlik bir “evrensel tarih” yayımlandı. Bu yayın Afrikalıları “kibirli, tembel, hain, hırsız, fevrî ve her türden şehvete bağımlı…” olarak resmetti. Aynı yayın, “Herhangi bir Afrikalıda kötü olmayan herhangi bir özellik bulmak neredeyse mümkün değildir… Ürettikleri az sayıda zanaat eserine ya da ürüne bakılacak olursa, bu eserlerin de aynı kaba ve sıkıcı aptallığı taşıdıkları görülecektir” diye yazıyordu.

Irkçılığın temeli ve yaratılışı köle ticaretinde yatıyor, ama burada bitmiyor; ırkçılığın karmaşıklığı ve yaygınlığı giderek arttı. Köle ticareti nihayet sona erdiğinde bile, ırkçılık yeni biçimlere dönüşerek devam etti.

Bir sistem olarak kapitalizmin Atlantik-ötesi ölçeğinde köle ticaretine ihtiyacı kalmadığında bile ırkçılık işçi sınıfını bölmek için kullanılan güçlü bir silah olarak gereksinilmeyi sürdürdü. Kölelerin çoğu Amerika kıtasında çalıştırılmış olmasına rağmen, sistemi meşrulaştıran ideoloji büyümekte olan kapitalist dünyanın her yanına nüfuz etti. Örneğin, Britanya İmparatorluğu dünya çapında genişler ve halkları boyunduruğu altına alırken, ırklar hiyerarşisine dayalı anlayış İngiliz egemen sınıfının da çok işine yaradı.

Amerikan İç Savaşı’nda Güney’in 1865’te yenilmesiyle Amerika’da kölelik sona erdi, ama Güneyli plantasyon sahiplerine segregasyon (renk temelinde mekânsal ayırım) uygulama hakkı verildi. Siyahlara mülk olarak sahip olamadıkları zaman bile plantasyon sahipleri yüksek toplumsal statülerini yitirmedikleri hissini sürdürebildi.

Ve böylece kölelik bitse de ırk kavramı kullanılmaya devam edildi ve işçiyi işçiye karşı konumlandırmak için kullanıldı. Segregasyon kimin “beyaz” kimin “siyah” olduğu ile ilgili daha kesin yasal tanımlar yapmayı gerektiriyordu. Egemen sınıfın duyduğu bu ihtiyaç 1921’de yasalara şu tanımın yazılmasına yol açtı:

“Beyaz birey tanımı, Asya Türkiye’sinde doğan bir Ermeni’yi, on altıda bir oranını aşmamak kaydıyla Hint kanından bir bireyi ve bir Suriyeliyi kapsar, ama Afganları, Amerikan yerlilerini, Çinlileri, Filipinlileri, Hawailileri, Hinduları, Japonları, Korelileri, Zencileri içermez. Kanında dörtte bir oranında Afrika kanı olan beyaz birini, Malay kanının ağır bastığı bir bireyi, babası Alman annesi Japon birini, babası Kanadalı annesi Hintli birini ya da annesi Çinli babası Portekizli bir baba ile Çinli bir annenin oğlu olan birini içermez.”

Bugün bu tanım bize gülünç geliyor ya da ırk kavramının ne kadar saçma olduğunu gösteriyor olabilir. Lakin, o dönem ırk kavramı yasalarla tamamen yerleşik hâle getirilince milyonlarca insanın hayatı her gün cehenneme çevrildi.

Yönetmek için bölmek

Günümüzde benzer bir “ırk” algısı göçmenlerle ilgili tartışmalara sirayet etmiş bulunuyor. İnsanlar sürekli daha iyi ya da daha farklı bir hayat arayışı içinde hareket halinde olmuşlardır ve kapitalizm kendi ihtiyaçlarını karşılamak için emeğin kesinlikle seyyar olmasını gerekli kılıyor. Ama aynı zamanda işçi sınıfını bölünmüş tutabilmek ve insanları göçmen işçilere düşman etmek için ırkçılığı kullanabilmek istiyor.

Egemen sınıf nasıl yönetmek için bölmek zorundaysa, işçi sınıfı da güçlü olmak için kollektif örgütlenme yeteneğini sergilemek zorunda. Egemenler işçi sınıfını, kimin düşman kimin dost olduğu konusunda her zaman böler, işçilerin dikkatini dağıtır ve kafalarını karıştırır. Ama bu konuda her zaman direnişle karşılaşmışlardır.

Segregasyon, 1960’ların Sivil Haklar Hareketi ile mağlup edildi. Bu hareket siyahları ve beyazları ırkçılara ve onların kanunlarına karşı yan yana getirdi. İngiltere’de kölelik karşıtı hareket köle ticaretinden beslenen pamuk endüstrisi gibi alanlarda çalışan işçiler arasında çok güçlüydü. Karayipler’deki köle isyanları sistemi ciddi bir biçimde sarsmayı başardı. 20. yüzyıl boyunca göçmen karşıtlığından İslamofobi’ye kadar farklı ırkçılık biçimlerine hep birleşik mücadele ile meydan okundu.

Irkçılık insanların yukarıdan aşağıya kendilerine dayatılan fikirlere ikna olması ile hayat bulur ve ırkçı saldırılar ve tacizler bizzat bireyler tarafından işlenir. Irkçılık yapan bizzat bir devlet kurumu, örneğin ırkçı polis teşkilatı, olduğunda ise, suçlu olan kurumun kendisi değil tek bir polismiş gibi gösterilirilir. Gerçekte, çürük olan sistemin kendisidir.

Irkçılığa karşı mücadele, kapitalizme karşı mücadelenin odağında olmalıdır. Kapitalizm ve ırkçılık birlikte doğdular ve birbirilerini besliyorlar. Irkçılık hepimizi dibe çeker; bölündüğümüzde gücümüz azalır ve daha kolay sömürülür hâle geliriz.

Antony Hamilton

(Çeviren: Canan Şahin)

1. Zenci kelimesi orijinal metindeki ‘negro’ kelimesine karşılık olarak yazılmıştır.

Bültene kayıt ol