Neoliberal uzlaşının sonu mu?

31.01.2017 - 11:51
Haberi paylaş

(Bu yazı, AltÜst dergisinin 22. sayısından alıntıdır. AltÜst'e ulaşabileceğiniz satış noktaları: http://www.altust.org/satis-noktalari/)

Küresel neoliberal düzen 2016 yılında iki ağır darbe yedi. Birincisi, Avrupa’nın ikinci büyük ekonomisinin Brexit oylamasıyla Avrupa Birliği’nden ayrılmasının gündeme gelmesiydi. ‘AB’de Kalalım’ kampanyası yapan büyük kapitalist şirketlerin ağıtları hâlâ yankılanıyor. İkinci darbe ise, ABD’nin serbest ticaret ilkesine bağlılığını tersine çevirmeyi ve büyük bir ekonomik teşvik paketi uygulamayı vaad eden Trump’ın başkan seçilmesiydi.

Görünen o ki, Brexit sonrası iktidara gelen başbakan Theresa May de neoliberal ortodoksiden bir kopuşu temsil ediyor. Muhafazakâr Parti konferansında yaptığı konuşma, Adam Smith Enstitüsü’nden azar bile yedi. Enstitü attığı manşette, “May, problemlerimizin çözümünün piyasa olduğunu kabul etmeli” diye yazdı. May’in günahları, Enerji fiyatlarının kontrol altına alınmasını ve şirket yönetim kurullarında işçilerin temsil edilmesini desteklemek idi. William Davies, geçen ay London Review of Books’ta çıkan yazısında May, devlet korumasını hakeden mağdurlar adına piyasaya müdahale etmeyi temel alan “korumacı devletin” savunucusu olarak resmediyordu. Bu ‘hakedenler’ grubu, May’in deyişiyle, “çalışkan aileleri” kapsıyor. Tabii ki May için, yeterince çaba sarfediyor olmaları, yeterince Britanyalı olmaları ve muhtemelen yeterince beyaz olmaları şartıyla bu aileler devlet korumasını hakediyor.

Trump ve May’in temsil ettiği yaklaşım ve buna destek veren bakış açısı küreselleşmenin ne kadar iyi bir sistem olduğuna dair neoliberal uzlaşıya ancak milliyetçi bir zeminden meydan okuyabiliyor. Davies diyor ki “May ‘Eğer dünya vatandaşı olduğuna inanıyorsan, hiçbir yerin vatandaşı değilsindir’ derken bankacılar kadar sol entellektüelleri de kastediyor.” Oysa, May’in İngiliz işçileri için yeni peydah olmuş hisleri, tıpkı Trump’ın ‘pas kuşağı’ [Amerika’nın ağır sanayi sektörünün eskiden yoğunlaşmış olduğu, ülkenin orta-batı bölgesi] mağdurları hakkında dertlenmesi gibi, köklü bir ideolojik dönüşümden ziyade politik çıkar meselesi. Nihayetinde Trump çok zengin bir işadamı ve toplumun “%1’ini” oluşturan en parazit türün başat örneği.

Meşruiyet krizi

Theresa May’in kamuoyu önünde savunduğu fikirlerle oldukça çelişkili görüşleri kapalı kapılar ardında savunduğunu biliyoruz. Örneğin geçtiğimiz baharda Goldman Sachs bankacıları ile yapılan özel bir toplantıda şunları söylemişti: “500 milyonluk bir ticaret blokunun parçası olmak bizim için önemli. Yani size daha önce de söylediğim gibi, bir sürü insan Birleşik Krallık’a, Birleşik Krallık olduğu için değil Avrupa’da yer alan bir ülke olduğu için yatırım yapacaktır.”

Bu çelişkili fikirlerin altında yatan, hem May hem de Trump’ın neoliberalizmin onyıllardır muzdarip olduğu meşruiyet krizini temsil ediyor olmaları. Yani sandıkta başarılı olmak isteyen siyasetçiler küresel kapitalizmin ihtiyaçları ile çelişen politikaları giderek daha fazla dillendirmek zorunda. Bu çelişkili duruma, siyasetin merkez sağ ve merkez sol arasında büyüyen bir uzlaşı tarafından kontrol edildiği onyılların arkasından gelindi. ABD ve Britanya’da 1980’lerden beri iktidara gelen her hükümet küresel ticaret anlaşmaları, piyasaların serbestleştirilmesi ve toplumun hemen hemen her yönünün piyasa kurallarına tabi kılınışını büyük oranda destekledi. Fakat bu konsensusa karşı 2007-2008 ekonomik krizi öncesine de dayanan bir tepki büyüdü. Ve bu tepki 2008 kriziyle birlikte hız kazandı.

Brexit ve Trump’ın seçim zaferi arasında önemli farklar var. En önemli fark, Trump lehine makul sosyalist argümanlar sunmak imkânsızken, yani sol açısından durum çok netken, Brexit meselesinde radikal solun bölünmüş olması.

Bu farkı bir yana koyarsak, ‘AB’de Kalalım’ kampanyasının başarısızlığı ile Demokrat aday Hillary Clinton’ın başarısızlığı arasında çarpıcı benzerlikler var. Çünkü iki durumda da, solun bir kesimi kendilerini oy vermek zorunda hissetmiş olsa da, hem Hillary hem ‘AB’de Kalalım’ kampanyası sistemin devamlılığını temsil ediyordu – ve milyonlarca işçi için bu süreklilik mide bulandırıcıydı.

İşçi Partisi’nden Diane Abbott, “Brexit, ülkeyi yöneten elitlere karşı bir öfke çığlığıydı” dedi. Pek çok kişi artık zengin ve güçlülerden Avrupa Birliği’nin aslında ne kadar da işçilerin çıkarına olduğunu ve olmaya devam edeceğini duymak istemiyordu. ABD’de ise, siyasî açıdan, Clinton’ın düşüşü Trump’ın yükselişinden çok daha fazla önem taşıyor. Clinton büyük kitleler tarafından, haklı olarak, şirket çıkarlarının güvenilir bir muhafızı olarak algılandı. Barack Obama’nın oy tabanı ile kıyaslandığında, Clinton’ın toplumun en zengin kesimleri arasındaki oyları arttırdığını, ama Amerikan kapitalizmi tarafından perişan edilen kesimler arasında oylarının dibe vurduğunu gördük.

Siyasî kutuplaşma

Merkezin yaşadığı bu kriz, politik kutuplaşma yaratmaya devam edecek. Örneğin, Fransa’da faşist Marine LePen önümüzdeki yıl cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhtemelen ikinci sıraya yerleşecek. Almanya’da göçmen karşıtı Alternative für Deutschland (Almanya için Alternatif) bugünden, merkez sağ ve merkez solun iktidardaki koalisyon hükümetine muhalefet ederken yüzde 12 civarında bir desteğe sahip.

Ama bu kutuplaşma aynı zamanda sol alternatifler de yaratıyor. ABD’de Bernie Sanders neoliberalizme karşı radikal bir muhalefetle büyük kalabalıkları seferber etti. Demokrat Parti adaylığını Clinton’un çok az gerisinde kalarak kaybetti. Britanya’da, Jeremy Corbyn desteğini artırarak tekrar İşçi Partisi lideri seçildi. Mesele şu: Neoliberal ortodoksiden kopmak, ister sağa ister sola olsun, ana akım siyasetin krizine yol aaçan sorunları çözebilir mi?

Trump’ın ekonomik politikaları henüz muğlaklığını koruyor, ama şirketlerin ve zenginlerin vergilerinde indirim yapma sözünü tutarsa, neoliberalizmin kitlelerde yarattığı hayal kırıklığını hiçbir şekilde gideremez. Bu politika uzun vadeli bir ekonomik büyüme getirmeyecektir. Kendi otellerinde sendikalaşma girişimlerini engellemek için savaş vermiş bir kişinin örgütlü işçi sınıfının kahramanı olmayacağı da aşikâr. Çok övülen 1 trilyon dolarlık altyapı yatırım programı ise “sahte”: Bu yatırımların çoğu hiçbir şekilde kamusal olmayacak. Projenin fonları, karşılığında teşvik isteyecek olan özel şirketlerden gelecek.

Korumacılık tehdidi ve faiz oranlarını yükseltme isteği gibi diğer birçok politikası da Trump’ın hem diğer dünya hükümetleriyle hem de ABD’yi kontrol eden küresel şirketlerle keskin gerilimler yaşamasına yol açacaktır.

Büyük olasılıkla Atlantik’in iki yakasında da neoliberalizmden kısmî kopuş büyüyen memnuniyetsizliğin üstesinden gelemeyecek. Bu durumda, söz konusu politikacılar tabanlarından gelen desteği güçlendirmek için daha fazla ırkçılık ve milliyetçiliğe başvurabilir. Bunu yaptıklarında ise daha da sağa kaymanın kapısını aralamış olacaklar.

Peki neoliberalizm karşıtı sol ne durumda? Corbyn ve benzerlerinin yükselişi kulkusuz olumlu gelişmeler. Yıllar süren marjinalleşme sürecinin ardından, “sosyalizm” kirli bir kelime olmaktan artık kurtuldu; bu kavram bundan böyle ana akım siyasetin bizzat içinde. Fakat krize karşı soldan gelen yanıtlar da çeşitli zorluklarla karşı karşıya. Bunlardan ikisine değineceğim. Birincisi sıkça ihmal edilen bir gerçek, yani temel sorunun kendi başına neoliberalizm değil ona yol açan koşullar olması. Bugün yaşadığımız dünya, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kâr oranlarının uzun süreli düşüşünün bir sonucu. Bu düşüş, sistemi 1970’lerden bu yana krizlere sürükledi.

Kâr oranlarının düşüşü

Kırk yıldır uygulanmakta olan neoliberal saldırılar, son on yılın kemer sıkma politikaları dahil, kâr oranlarındaki düşme eğilimini tersine çevirmeyi başaramadı. Reformist politikacıların çoğu tarafından önerilen Keynesçi çözümler bu durumu dönüştürmeye muktedir değil. Keynesçiliğin çeşitli versiyonları hem geçmiş krizlerde hem de şu an yaşanılan krizde uygulandı (örneğin, Japonya’da Abe hükümeti tarafından), ama işe yaramadı.

Keynesçi yöntemlerle ekonomiyi canlandırmak için gerekli olan para ya kapitalistlerden gelecek, ki bu kâr oranlarını daha da zorlayacaktır, ya da işçilerden gelecek, ki o zaman da bu tedbirlerin hiçbir ilerici yanı olmayacaktır. Diğer bir seçenek de parayı borç yoluyla edinmek; bu da genellikle daha da büyük finansal istikrarsızlığa yol açar.

Keynesçiliğin sorunlarına ek olarak, sol politikacıları sahneye çıkaran kriz koşulları bu solu iktidara yaklaştığı anda hızlı ve sert bir şekilde sınıyor ve sınayacak. Bunun örneğini Yunanistan’da Syriza hükümeti vesilesiyle gördük: Kemer sıkma politikalarını bitirme vaadiyle iktidara gelen bir hükümet bu politikaların bizzat uygulayıcısı oldu ve bunu yaparken işçi sınıfına saldırdı.

İkinci sorun, Syriza’nın yaptığından daha radikal bir çözüm denendiği taktirde, bu deneme sermayenin ortak tepkisi ile karşı karşıya kalacaktır. Böylesi bir durumda, sol bir hükümetin seçilmesi yeterli olamaz. Milyonlarca işçinin, kapitalistlerin reformları sınırlamak ve tersyüz etmek için yapacağı hamlelere karşı militan bir mücadeleye girişmesi gerekir.

Bu militan mücadelenin merkezinde sermayenin ihtiyaçlarıyla kendini sınırlandırmayan, kapitalizme sistem olarak, ilkesel olarak karşı olan bir devrimci siyaset olmalı. Bu bağlamda sosyalistler,Trump’ın zaferine ve kendi yerel koşullarının sefaletine ağlaşmak yerine üç ana göreve odaklanmalı.

İlk görevimiz neoliberalizme, kemer sıkmaya ve “hep aynı giden” işlere radikal bir alternatif sunan sol çıkışları her yerde desteklemek. İkinci görevimiz sağdan yükselen ırkçı dalgayı engellemek için mümkün olan en geniş hareketleri inşa etmek.

Üçüncüsü, bu hareketler içinde sabırla devrimci siyaseti savunmaya devam etmek. Devrimci siyaset, kapitalist sistemde birbirine geçmiş ekonomik ve politik kördüğümü teşhir etmeli ve kendini sosyalist bir geleceği inşa etmeye adamalı. Kapitalizmin sebep olduğu hastalık kapitalizmin araçlarıyla iyileştirilemez. Günün sonunda, meydan okunması ve altüst edilmesi gereken sistemin bizzat kendisi.

Joseph Choonara

(Socialist Review dergisinden çeviren: Canan Şahin)

Bültene kayıt ol