Faşizm, darbe, birleşik mücadele

20.08.2016 - 08:25
Haberi paylaş

1917 Rus devriminin zaferi ne yazık ki Avrupa’da büyük sosyal demokrat partiler olmasına rağmen bir dünya devrimine dönüşemedi. Bunun sebebi 1914’te kendi ülkelerinin ordularını desteklemiş olan sosyal demokrasinin tarihsel ihanetiydi.

Birinci Dünya Savaşı’nın arkasından devrimci bir dalga Avrupa’yı yine sardı. Kasım 1918’de iktidar fiili olarak Almanya’da işci ve asker sovyetlerindeydi. Ama sosyal demokrasi iktidarı tabii ki almayı reddetti ve 1919’da devrim yenildi. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknect gibi önderler daha sonra Nazilere kan verecek olan yarı resmi paramiliter güç Freikorps tarafından katledildi. Hemen hemen tüm ülkelerde benzer tavırlar alan sergileyen sosyal demokrasinin tutumu, işçi sınıfının savaştan önce uluslararası örgütü olan 2. Enternasyonali artık tarihe gömdü.

Rusya’da 14 ülkenin desteklediği beyaz ordulara karşı iç savaş yaşanırken Avrupa proleteryası liderliklerin yanlışları yüzünden tarihi mücadeleleri kaybetti. Bunun arkasından 1919’da 3. Enternasyonal kuruldu. Sosyal demokrat partilerden kopan işçi kitleleri Avrupa’da o zamana kadar hakim olan tek işçi partisi örüntüsünü bozdular ve kendi örgütlerini kurdular. 3. Enternasyonal bu devrimci partilerin uluslararası siyasetini belirleyen örgüttü.

İlk dört kongreleri Avrupa ülkelerindeki komünist partilerin (İtalya, Almanya, Bulgaristan, İngiltere, Fransa) taktik ve stratejilerinin tartışması ile geçti. Sosyal demokrat partilerden koparak kurulmuş ama ne yazık ki işçi sınıfının küçük bir bölümünü temsil eden komünist partilerin sekter politikaları 3. Enternasyonelin ilk döneminin ana tartışma konusu olmuştu. 1921’de net bir biçimde ortaya konan “birleşik cephe taktiği” komünist partilere sosyal demokrat işçilerle ortak mücadele anlatıyordu. Lenin’in “Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı” broşürü bu dönemde Avrupa ultra-sol çizgiyi eleştirmek üzere kaleme alınmıştır. Bu dönem Troçki Hollandalı ultra-solcu Gorter ile tartışırken şöyle söyler:

“Yoldaş Gorter ne öneriyor? Ne istiyor? Propaganda! Bu önün yönteminin özüdür. Devrim, diyor yoldaş Gorter, yoksulluklara ve ekonomik koşullara değil kitle bilincine bağlıdır; dolayısıyla kitle bilinci propaganda ile şekillenir. Burada propaganda 18. Yüzyıl aydınlanma ve rasyonalizm ekolü anlayışına çok yakın olan idealist biçimde ele alınmıştır… Sizin şimdi yapmak istediğini şey, Enternasyonal’in dönemik gelişmesi yerine, propaganda yoluyla işçilerin tek tek kazanılması yöntemlerini getirme anlamına gelmektedir. Karbeyaz seçilmiş elitten oluşturulan bir Enternasyonal istiyorsunuz.”

İşte Lenin ve Troçki’nin yaptığı tartışma kitleleri küçümseyen ve kendi bilinçlerini kitlelerin yerine ikame etmeye çalışan ultra-solculara karşı bu kadar net ve sertti. Bolşevikler 1917 Ağustos'unda general Kornilov'un darbesine püskürterek işçi kitlelerinin çoğunluğunun desteğini kazanmıştı. Devrimcilerin taktikleri onlar için “yapay ya da rastlantısal bir şey değildi, kurnaz bir manevra hiç değildi, bütünüyle proleteryanın nesnel koşullarının bir sonucuydu”.

Rusya’da iç savaştan sonra zayıflayan işçi sınıfı ve ters orantılı olarak büyüyen bürokrasi karşımıza tarihin en güçlü genel sekreterini çıkarttı. Stalin, ekonomisi çöken, işçi önderleri iç savaşta ölmüş ve Lenin’in ifadesiyle dejenere olmuş bir işçi devletinin içinde filizlenen ve Çarlık döneminin tüm köhnemişliğini ruhunda taşıyan bürokrasinin lideri oldu. Stalin’in eski Bolşevik önderliği temizleyerek yükseldiği iktidar işçi sınfının uluslararası tüm kazanımlarının tek ülkede sosyalizm tezine heba edilmesine yol açtı. Komintern (3. Enternasyonal) canlı örgütlerin demokratik tartışma aracı olmaktan tüm diğer örgütleri Stalinist bürokrasinin uyduları haline getiren bir organa dönüştü.

Yukarıda anlattığım ilk dört kongrenin birleşik cephe önerisi gerileyen devrim döneminde komünist örgütlerin alması gereken tutumdu. Rusya’da ilk beş yıllık kalkınma planını uygulayan, zorla kollektifleştirme yapan ve işçi devletinin tüm demokratik kalıntılarını yok eden Stalinist zafer dünya komünist partilerine de yeni bir döneme girildiğini söylüyordu. Bu teze göre 1917-24 arası dönem birinci dönemdi. Bu dönemi kriz ve devrimci durum karakterize ediyordu. 1925-28 arası dönem ikinci dönemdi ve kapitalist istikrar dönemiydi. Komünist partilerin savunma pozisyonunda olması gereken dönemdi. 1929 sonrası dönem ise üçüncü dönemdi. Tekrar kriz gelmişti ve devrim bayrağını yükseltme zamanıydı.

Faşizmin önlenebilir yükselişi

Bu dönemin kriz ve tekrar devrimci olasılıklar dönemi olduğu tespiti hayati bir olguyu es geçiyordu. 1929’daki kriz işsizliği üç milyona çıkarırken, Alman ekonomisi çökmek üzereydi. Kitleler radikalleşiyordu ve KPD’nin üye sayısı artıyordu. Ama aynı zamanda faşistler de büyük kapitalistlerden destek bulmaya başladılar. Nazilerin paramiliter kuvvetleri olan Fırtına Birlikleri (Sturm Abteilung-SA) 100.000 kişiye ulaşmıştı.

1930 Eylül’de yapılan seçimler Alman Komünist Partisi’nin (KPD) oylarını yüzde 40 arttırmıştı. Ama aynı seçimler Nazilerin oylarını yüzde 700 arttırmıştı. Komünist Partisi’nin 4.600.000 oyu varken faşistlerin 6.400.000 oyu vardı. Sosyal demokratlarla birlikte Komünist Partisi’nin oy toplamı yüzde 40.7 idi.

1928’den itibaren Komintern, "üçüncü dönem" politikalarını savunmaya başladı. Bu politikaya göre Sosyal Demokratlar “sosyal faşistti”. Bu tabir sağ kanat için değil bilakis sol kanat için kullanılıyordu. Bu politika yeniden ultra-sol bir çizgiye kayışı işaret ediyordu. Karl Marx’ın Feuerbach ile tartışırken “Peki eğitenleri kim eğitecek?” sorusunun bir benzerini Troçki ultra-sol dönüşü işçi sınfının kaderiyle oynayarak yapan Komintern liderliğine yöneltir. Sosyal demokrasinin ihanetinin sürekli çetelesini tutanlar, hâla büyük işçi yığınlarının reformist saflarda olmasına öfke duyarken, bu kitleleri kazanmak gerektiğini es geçip kendilerini merkeze koydular. Troçki sorar: “Kitlelerin yavaş öğreniyor olması üzücü ama bunda Komünist pedagogların suçu yok mu?” 21. Yüzyılın sol pedagoglarının Troçki’den öğreneceği çok şey var.

Yanlış teoriler

Üçüncü dönem faşizm teorisine göre zaten faşizm farklı dereceleri olan genel bir tehditti. “Emperyalizmin en geri kanadının diktatörlüğü” olarak görülen faşizm farklı düzeylerde tüm burjuva partilerde ve sosyal demokraside vardı. Komünist Parti lideri Thaelmann “Hitler’in öneminin oportünist bir biçimde abartıldığını” söylüyordu. Muenzenburg isimli bir yazar Nazileri faşizmin en sert ifadesi olarak görüyordu. Troçki şöyle der: “Muenzenburg faşizmi kategorileri ayırıyor: yumuşak, orta, sert; adeta Türk tütünü.” Bu günümüzde faşizmin bir dizi biçimini listeleyenler için de geçerli: askeri, açık, kapalı, islami, totaliter, otokratik vs. Bu kategorizasyonlar gerçek faşist tehditi görünmez hale getirip, faşist olmayan hareketlerin tabanındaki emekçilere ulaşmamızı engelliyor. Tarihte de böyle oldu.

Troçki, Komünist partiye esas düşmanın sosyal faşist olan Sosyal demokratlar olduğunu söyleyen resmi Komintern tezinin aksine birleşik işçi cephesi taktiğini anlatıyordu. Bu taktiğe göre Komünistler Sosyal demokrat liderliklere birleşik cephe önermeliydi. Bunda ısrarcı olmalıydı. Sosyal demokrat tabanı faşist tehdite karşı uyarmanın ve birlikte mücadeleye ikna etmenin yolu onları komünist bayrak arkasında toplayarak birleşik mücadele yaratmaya çalışmak olamazdı. Oysa Komünist Parti, sosyal demokratların uzun yıllardır kontrol ettiği Prusya’da referanduma gitmek isteyen Nazilere önce mesafeyle yaklaşık sonra nerdeyse birleşik cephe kurarak “Kızıl referanduma” gittiler. Neyse ki referandum işçilerin oylarıyla yenildi. Troçki birleşik işçi cephesi taktiğini şöyle parlak bir benzetmeyle basitleştirir:

“Bir sığır tüccarı sığırları mezbahaya götürmüştür. Ve kasap keskin bıçağıyla gelir.

Sığırlardan biri ‘Saflarımızı sıklaştıralım ve bu celladı boynuzlarımızla öldürelim’ önerisinde bulundu.

Politik eğitimlerinin Mauilski’nin okulundan almış olan sığırlar, ‘Kasap, bizi buraya dürte dürte getiren tüccardan daha mı kötü?’ dediler.

‘Ama tüccarın hesabına sonra bakabiliriz.’

İlkelerinde kararlı olan sığırlar hiçbir şey yapmıyoruz dediler.

‘Sen bizim düşmanlarımızı soldan koruyorsun; sen sosyal-kasapsın.’

Ve safları sıklaştırmayı reddettiler.”

Sosyal-kasapları baş düşman ilan eden Komünist parti “kızıl bileşik cephe” taktiğini benimser. Yani yine Troçki’nin ifadesiyle “kendileriyle birleşik cephe” yapma politikasını izler. Bu siyaset Hitler’i iktidara taşır. Sonrasında olanları bu yazıda anlatmaya gerek yok. Troçki “Eğer faşizm iktidara gelirse kafatasınız ve omurganız üzerinden dehşet verici bir tank gibi geçecek” diyordu. Ne yazık ki Alman işçi sınıfını atomize eden  ve örgütlerini, liderliklerini ve tüm destekçilerini katleden karanlık bir dönem başladı. Troçki şöyle özetliyor: “Nasıl sosyal demokrasi burjuvaziyi proleter devrimden kurtardıysa, faşizm de burjuvaziyi sosyal demokrasiden kurtarmıştır”. Yanlış politikalar bu sürecin önünü açmış devrimci kitleleri reformist kitlelerden izole ederek faşizmin işini kolaylaştırmıştır.

Güncel mücadele taktiği

Büyük sosyal demokrat ve komünist partilerin olmadığı ve işçi hareketinin ekonomik mücadelesinin yaygın olmadığı Türkiye koşullarında birleşik cephe biraz daha özel bir biçimiyle güncele uygulanmak zorunda. Özü itibari ile devrimcilerin geniş emekçi kitlelerle bağ kurmasının bir aracı olarak güncel politikada bir anlamı var. Chris Harman’ın ifadesiyle siyasi birleşik cepheler kurmaya ihtiyacımız var. Bu minvalde 15 Temmuz gecesi yaşanan darbe girişimi ardından doğan tartışmalar önem kazanıyor.

Birinci nokta 15 Temmuz darbe girişiminin nasıl engellendiği ile ilgili tartışmalarda gizli. Darbenin bir azınlığın işi olduğu için engellendiğini düşünenler (tiyatro diyenlerin artık sesi çıkmadığı için onları saymıyorum), sokağa çıkan hareketi sadece AKP liderliğinin krizden fırsat yaratma hamlesinin bir parçası olarak görüyor. Türkiye tarihinde ilk kez tankların karşısına çıplak ellerle çıkan kitlelerin bu süreçte oynadıkları rol tamamen AKP otoriterliğine karşı çıkmak adına araçsallaştırılıyor. Böylesi analizler tarihi bizim istediğimiz değil verili nesnel koşullar içinde yapan kitlelerin inisiyatifini küçümseyen bir elitizme savruluyor. Sokağın gücünü pratik deneyimleriyle keşfetmiş kitlelerin, şiddet tekelini elinde bulunduran devletin en vahşi organı olan orduya karşı direnişleri anti-demokratik bir gerici hareket olarak etiketlenirken, bu kitlelerle bağ kurma olanaklarımız da sıfırlanıyor.

Siyasi bir birleşik cephe taktiği bu kitleler içinde çelişkili bir bilinç olduğunu görür ve bu kitlenin en ileri unsurlarıyla yan yana gelmeye çalışır. Diğeri canlı bir mücadele sürerken hayallerindeki kitleleri sokaktakilerle eşleştiremeyenlerin pesimist yalnızlığıdır. “Darbe olsaydı da içinde yaşadığımız koşullar değişmezdi” diye düşünenler zaten Türkiye’nin uzun bir darbe sürecinden geçtiğini düşünüyorlar. Kavramlar olanı anlamak için ihtiyacımız olan analitik araçlar. Sulandırdığınızda kitleler nezdinde inandırıcılığınız da sulanır.

İkinci önemli nokta bu kitlelerin karakteri ile ilgili tartışmada yatıyor. Faşist hareketi yıllardır bir kitle hareketi olarak tariflemiş Troçkist gelenek faşist kitle hareketinin belkemiğini küçük burjuvazinin oluşturduğunu anlatır. Faşist hareket küçük burjuvazinin proleteryaya karşı paramiliter hareketidir. 15 Temmuz gecesi sokağa çıkan hareket işçi sınıfını ezmek üzere mobilize olmuş küçük burjuva paramiliter bir hareket midir yoksa darbeye karşı sokağa çıkmış ve emekçi kitlelerin çoğunluğunu oluşturduğu bir hareket midir? KONDA’nın kısıtlı da olsa sokağa çıkanlara dair yaptığı araştırma, sokak profilinin çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğunu göstermektedir. AKP’ye oy veren bu kitleleri kazanmayan, bu hareketin iç çelişkilerinden faydalanmayan ve sol saflara kazanmamız gereken kitlelere dönük politikalar geliştirmeyen bir sol, kendi teorisi (Rosa’nın ifadesi ile) hareketin rüzgarında bir porselen gibi parçalanmasın diye pratiğin yerine koyuyor. Oysa pratiğin teorisini yapmamız gerekir.

Sokağa çıkan kitleler içinde faşist unsurlar hiç yok mudur? Tabii ki vardır. Ama sokağa karakterini veren şey geniş yığınların mücadelesidir. Faşist hareket Chris Harman’a göre küçük burjuvazi sınıf mücadelesinin özel bir aşamasında spesifik bir rol üstlenir. Bu rol sistemin akut krizinin küçük burjuva nezdine yarattığı acıyı sömürerek onları sermaye lehine çalışacak ceketler haline getirip, işçi sınıfı örgütlerini parçalatmaktır. Faşist kitle hareketinin bu özellikleri bir kenara bırakılarak sadece lider kültü gibi özellilerle hareketler faşist olarak görülemezler. Türkiye’de yoksul ve emekçi kitlelerin büyük çoğunlukla AKP’ye oy veriyor olduğu gerçeğinin üzerinden atlayarak sokağı ve hareketi tahlil etmek mümkün değildir.

Bir diğer önemli mevzu emekçilerin yığınsal varlığının kabul edenlerde de bulunan örgütsüz halkın köle olduğu fikridir. Bu ‘örgütsüz’ yığınların son 14 yıldır çeşitli siyasi dönemeçlerde aldıkları tutumları sınıfsallıklarıyla açıklayanlar, 15 Temmuz gecesi sokağa çıkışlarına "kölelik" diyerek tüm siyasi sermayelerini çöpe atmaktalar. Türkiye’de ve Ortadoğu’da siyasal islamın kitle hareketi içinde politize olmuş büyük yığınlar, statükoya karşı kimi yerlerde devrimci süreçlerin parçaları olarak kimi yerlerde de statükoya karşı kendilerini konumlandırırak özneleştiler. Bu hareketin tabanı ve muhafazakar sağ liderlikleri arasında hep çelişkili bir ilişki oldu. Bu hareketlerin tabanını kazanmayı reddedip liderlikleri ile tabanı özdeşleştirenler Mısır’da Sisi’yi, Suriye’de Esad’ı, Tunus’da statükocu koalisyonu ve Türkiye’de laik cepheyi savundu. Bu fikirlerin özünde İslami hareketlerin faşist hareketler olarak okunması var. Türkiye’de AKP, Mısır’da Müslüman Kardeşler faşist hareketler değiller. AKP muhafazakar bir burjuva partisi. Ama kitle desteğini esas olarak emekçilerden alan ve bunu Türkiye siyasi tarihine özgü çelişkilerle konsolide eden muhafazakar bir parti. Beş yıl önce başlayan Ortadoğu devrimleri İslami hareketlere en örgütlü hareket oldukları için alan açtı. Mısır’daki askeri cunta işçi sınıfının Tahrir ve işyerlerindeki mücadelede biriktirdiklerini ezmekle kalmadı kitlelerin hafızasında büyük bir yenilgi duygusu yarattı. Türkiye’de 15 Temmuz’da sokağa çıkanların uluslararası hareketten damıttıkları bir hafızaları var. Rabia işaretinin anlamı aynı zamanda Mısır’da yaşananın burda yaşanmaması anlamına geliyordu. Bu işaretin Erdoğan şahsında anlamı “Tek millet, tek…..” olabilir ama Arap sokağının hafızasının Türkiye sokağına etkisini es geçersek sembollerin çelişkili anlamını kavrayamayız.

Bütün bunları söyledikten sonra hayati soru hala masada duruyor: AKP liderliğinin kitleleri manipülasyonunun, Erdoğan’ın başkanlık hırsının, OHAL uygulamaları ile gelen baskıların, barış sürecini zora sokan savaş politikalarının  ve azgın neoliberal politikaların karşısına AKP’ye destek veren kitleleri kazanarak nasıl çıkabiliriz? Aynı zamanda AKP liderliğinde süren orduyu aklama noktasına gelen ve Gülen hareketinin tek düşman olarak kodlanmasıyla yürütülen pragmatik ve manipülatif darbe karşıtlığını daha genel bir darbe karşıtlığına nasıl dönüştürebiliriz?

Birincisi kitlelerin mücadelerinin siyasi değerini teslim ederek. Devrimcilerin işçi sınıfının çıkarlarından bağımsız çıkarları yoktur. Darbenin püskürtülmesi işçi sınıfının çıkarınadır ve bu işçi sınıfının eylemliliğinin bir sonucudur. Bu tarihsel deneyimin üzerinde yükselen bir siyasi söylem geliştirmek zorundayız. Bununla birlikte yoksul kitlelerin milli mutabakat politikalarıyla ırkçı manipülasyonunu engellemek için büyük bir barış kampanyası inşa etmeliyiz. Bizim küçük dişlimizle büyük hareketi birleştirecek ara çark darbe ve savaş karşıtı hattı birleştirmekten geçiyor. Birleşik cephe politikasının bugünün Türkiye’sindeki anlamı budur. Ezilenleri karşı karşıya getirecek her türlü dikey bölünme ve iç savaş propagandası geniş emekçi yığınları AKP liderliğine teslim etmek anlamına gelir.

Troçki’nin 76. ölüm yıl dönümünde bize rehber olabilecek bir vurgusuyla yazıyı bitireyim:

“Bir sınıfın sınıf bilincine doğru ilerleyişi yani proleteryaya öncülük eden bir devrimci partinin inşası zor ve çelişkili bir süreçtir. Sınıfın kendisi homojen değildir. Onun farklı kesimleri sınıf bilincine farklı yollardan ve farklı zamanlarda ulaşırlar. Burjuvazi bu süreçte aktif olarak yer alır. Belirli işçi katmanlarını karşı karşıya getirmek için işçi sınıf içinde kendi kurumlarını yaratır, ya da zaten var olanlardan yararlanır. Proleterya içinde aynı zamanda birçok parti faaliyet gösterir. Dolayısıyla, işçi sınıfı politik hayatının büyük bir bölümünde politik olarak parçalanmıştır. Belli dönemlerde en keskin bir şekilde ortaya çıkan birleşik cephe sorunu burdan kaynaklanmaktadır. Proleteryanın tarihsel çıkarları, ifadesini politikaları doğru olduğu zaman, Komünist Partisi’nde bulmaktadır. Komünist partisinin görevi proletaryanın büyük çoğunluğunun kazanılmasından oluşmaktadır, ve yalnızca böyle sosyalist devrim mümkün olabilmektedir.”

Canan Şahin

Bültene kayıt ol