Syriza iktidara yürürken tartışma: İşçi hükümeti ve devrimci sosyalistler

12.01.2015 - 13:55
Haberi paylaş

Yunanistan'da yıllardır krizin faturasını emekçilere ödetmeye çalışan Avrupa egemen sınıflarına direnen işçi hareketinin yarattığı radikalleşme rüzgarı, Syriza'nın seçimleri kazanmasıyla yeni bir boyut kazanacak. Bu dönemde, devrimci sosyalistlerin, olası bir sol reformist hükümetle nasıl ilişkileneceği sorusuna geçmiş deneyimlere bakarak yanıt aramak önem kazanıyor.

Bu makale, 38 yıl önce SWP’nin (ç.n.- Sosyalist İşçi Partisi, İngiltere) Uluslararası Tartışma Bülteni’nde yayınlandı. O tarihlerde İtalya’da, 1968’den 1975’e kadar devam eden büyük mücadele dalgasının içinden çıkmış olan aşırı sol örgütler, stratejilerini değiştirerek var olan parlamenter düzen içinde “sol” bir hükümet oluşturmaya odaklanmışlardı. Böyle bir hükümet hiçbir zaman kurulamadı; onun yerine o zamanlar çok güçlü olan İtalyan Komünist Partisi, ‘tarihsel uzlaşma’ olarak bilinen olayla Hıristiyan Demokrat hükümete tabi olmayı kabul etti ve böylece devrimci sol krize girdi. Ancak o zamanlar kullanılan argümanlar, geçtiğimiz yıllarda da devrimcilerin bir hükümetin kurulması sırasında alacakları tutum ile ilgisini koruyordu; özellikle İtalya’da Rifondazione’nin Romano Prodi merkez sol hükümetine girerek İtalyan birliklerinin Afganistan ve Lübnan’a gönderilmesi yönünde oy kullandığını düşünürsek. Bugün Yunanistan'da Syriza yapılacak seçimlerden birinci parti olarak çıkacak gibi duruyor. Böylesi bir dönemde, bu makaleyi okurlarımızın dikkatine sunuyoruz...

Son üç yılda “sol hükümetler” konusunda önemli bir değişiklik oldu. Bu değişikliğe, Şili deneyiminin felaketle sonuçlanması yol açtı. Uluslararası Sosyalistler gibi bazı akımlar bu olayı sosyalizme reformist yolla ulaşmanın mümkün olmadığının kanıtı olarak görürken, diğer gruplar, özellikle İtalya’daki Manifesto, böyle bir hükümetin seçilmesini sosyalizme giden yolda atılmış önemli bir adım olarak gördü.

Bu analiz 1976’da İtalya’ya da uyarlanmıştı. Avanguardia Operaia (İşçilerin Öncüsü) ve Proleter Birlik Partisi'nin (Partito di Unità Proletaria – PdUP) programlarındaki ana slogan, içinde Komünist Parti, Sosyalist Parti ve belki devrimci solun da olduğu bir sol hükümetin kurulmasıydı. İddia şuydu; kitle basıncı ‘sol hükümetin durumu kapitalizm lehine istikrarlı hâle getirmesini’ engelleyebilirdi ve ‘işçi sınıfının gücünü kullanmasının önünü açabilirdi’.

O zamanda beri her iki örgüt de bölündü ve bölünmeye yol açan temel tartışma noktalarından birisi de böyle bir hükümetin rolü ve sınırlarıydı.

Önümüzdeki yıl Fransa’da yapılacak genel seçimlerde Sosyalist ve Komünist partilerin çoğunluğu kazanma olasılığı, bu tartışmanın devrimci sol içinde yeniden başlamasına yol açtı. İtalya’da radikal solun düştüğü reformist tuzaklara düşmemeyi başardılar ancak Fransız grupları, sol bir hükümeti nihai sonuç olarak görmeye daha eğilimlidir (Örneğin bkz. H Weber’in makalesi, Uluslararası Tartışma Bülteni, sayı 2/3). Dolayısıyla karşımızda iki önemli soru var: birincisi, burjuva demokrasisi içinde kurulan bir hükümet işçi iktidarına giden yolu açabilir mi? İkincisi, geleneksel işçi partileri iktidar olmaya hazırlanırken devrimciler nasıl bir strateji izlemeli?

‘Sol’ ya da ‘işçilerin’ hükümeti ne demektir?

Geleneksel işçi partileri tarafından oluşturulan bir hükümet, sadece işçilerin çoğunluğu onlara oy verdiği için iktidara gelmez. Böyle bir hükümetin iktidara gelmesi aynı zamanda burjuvazinin onayına bağlıdır, yani burjuvazi kendisini, işçi hareketi içinde tabanı olan partilere iktidarı bırakmak zorunda hisseder. Bunu ya parlamenter demokrasi mitinin tamamen yıkılmasını ve geçici bir güç kaybını önlemek ya da işçi hareketinin kitlesel şekilde ayaklanmasından önce geri çekilmek zorunda hissettikleri için yaparlar (1918’de Almanya’da ve SPD-USPD hükümetinde ya da Eylül 1936’da İspanya’da Caballero hükümetinde olduğu gibi).

Fakat böyle bir durumda burjuvazinin vazgeçtiği yek şey sadece hükümet etme durumudur. Devlet mekanizmasının temel bölümlerinde, ekonominin önemli alanlarında ve iletişim araçlarının çoğunda kontrolü elde tutmaya devam eder. Yani devletin ön safından çekilir ki zaten sermayenin yoğunlaşması arttıkça devletin ön safında olmak giderek önemini yitirir, ancak devlet hiyerarşisi ve ekonomi içindeki gücünü konsolide eder.

Dolayısıyla ‘sol hükümet’, burjuva devletinin yıkılmasıyla kurulmuş olan devrimci bir hükümet değildir. Burjuvazi hala kapitalizm ile birlikte var olmaya ve onun devleti bozulmamış şekilde işlemeye devam eder.

Büyük bir toplumsal kriz durumunda burjuvazi, kontrolün –devlet mekanizmasının- kendisinde olması koşuluyla büyük maddi reformlar yapmayı kabul edebilir. Burjuvazi, uzun vadede kontrolü elinde tutmasını sağlayacak araçları elinde tuttuğu sürece kısa vadeli tavizler verebilir. Reformlar her zaman geri alınabilir ve işçi hükümeti düşüşe geçmeye başladığında yeni saldırılar başlatılabilir. Fakat devletin kendisi yok edildiğinde artık burjuvazinin elinde işçi sınıfı iktidarına karşı kullanabileceği hiçbir araç kalmaz.

Dolayısıyla ‘sol bir hükümet’ seçim yapmak zorunda kalacaktır – ya burjuvazinin aracıyla işbirliği yapacak ya da devlet mekanizmasını yıkacak ve onun yerine konseyler ve milisler yoluyla kurulan işçi iktidarının geçmesini sağlayacak bir mücadeleye koyulacak. Ve üstelik bu seçenek ona iktidara gelir gelmez dayatılacak. Sonuçta Allende’nin iktidarda kalmasına sadece orduya dokunmaması koşuluyla izin verilmişti. ‘Sol bir hükümet’, onu devlet ile işbirliği yapmaya zorlayacak bir dizi önlemle karşı karşıya kalacaktır.

Dolayısıyla ‘sol bir hükümet’, seçildiği andan itibaren var olan yapılara karşı kararlı bir biçimde hareket etmediği sürece devletin gücüne dokunamaz. Örneğin İspanya’da 1936’da Franco darbesinin kısmen yenilgiye uğratılmasından iki ay sonra burjuvazi sanayinin büyük kısmı üzerindeki gücünü kaybetti. Devlet mekanizması neredeyse tamiri imkansız ölçüde bozulmuştu ve işçi milisler neredeyse silahlı güçlerin tamamını kontrol ediyordu. Hükümet içindeki burjuva liberaller çaresiz durumdaydı.

Bu nedenle Eylül 1936’da hükümetin ‘sol’ sosyalistLargo Caballero’nun eline geçmesine izin verildi. Caballero, burjuvazi için liberallerin tek başına asla yapamayacağı şeyi yapabilirdi – kitleler ona güvendiği için devlet mekanizmasını yeniden yapılandırabilirdi. ‘Anayasal’ sol bir hükümetin çalışabilmesinin tek yolunun eski devlet mekanizmasının kalıntılarına bel bağlamak olduğunu kabul etti ve böylece devleti yeniden inşa etmek için ideolojik gücünü (diğer işçi örgütlerinin yanı sıra) kullandı. Mayıs 1937 itibariyle görev başarıyla sonuçlanmıştı, artık Caballero’nun yerine kendi çıkarlarına daha uygun birisi geçebilirdi. Caballero kendi inşa ettiği devlet mekanizması tarafından dışarı atıldı; tıpkı Allende’nin onun iktidarına saygı duyacaklarına söz veren generaller tarafından öldürülmesi gibi. Aslında İspanya işçi sınıfı 1936’da devleti yıkacak güce ve kendi devletini kuracak iradeye sahipti. Böylece Caballero eski devlete sırtını dayayarak burjuvazi, kendisinden ve temsil ettiği ‘solculuk’tan kurtulmak istediğinde onu savunacak tek şey olan işçi iktidarının kendi organlarını yaratmasını engellemiş oldu.

Devlet mekanizması ile bu şekilde işbirliği yapma eğilimi aslında burjuvazi partileri tarafından oluşturulmuş hükümetlerin içinde yer almanın bir sonucu değil. Sadece geleneksel işçi sınıfı partilerinden oluşmuş ‘saf bir işçi hükümeti’ de devlet aracılığıyla fiili olarak burjuvazi ile işbirliğine girmiş olacaktır. Allende’nin izlediği politikaları belirleyen onun hükümet içindeki burjuva ortağı (küçük Radikal Parti) değildi. Çok daha önemli olan 1970’de yapılan ve devlet hiyerarşisine dokunmamayı içeren anayasal anlaşma ve Allende’nin devletin, sosyalizmin inşasında kullanılacak bir araç olabileceği konusundaki ısrarıydı.

Sol içindeki bazı eğilimler yukarıdaki analizin ‘ilkel’ ve ‘mekanik’ olduğunu, günümüzün kitlesel Evro-Komünist partilerini Sosyal Demokrasi’nin savaş öncesi partileriyle eşitlediğini söyleyebilirler. Fakat o günden bu yana ne değişti ki?

Avro-Komünist partilerin güçlü ve militan üyelerden oluşan kitle partileri olduğu doğru fakat aynı durum 1918’de Alman sosyal demokrasisi için de geçerliydi. Fakat bu kitle partilerinin liderleri devletin yeniden yapılandırılması sürecini yönettiler ve dayandıkları taban, parti yapıları yoluyla onların bunu yapmasını engellemeyi başaramadı. Mesele şu ki, bir partinin devlet ile işbirliği yapmasını sağlayan ya da engelleyen onun kitle tabanı değildir. Taban, hükümet politikalarına direnmeyi sağlayabilir ancak başından itibaren hükümeti, devlet ve burjuvazi ile olan bağlarını koparmaya zorlamadığı sürece İspanya, Şili ve Almanya’da yaşananlar tekrarlanacaktır. Tabanın Berlinguer, Marchais ya da Mitterand’ı bunu yapmaya zorlayabileceğini söylemek mantıklı mı?

Avrupa’da sosyal demokrasi iktidarda olduğu yer yerde sağa kaydı. İngiltere, Almanya ve Portekiz’de işçi sınıfı hareketlerine saldıranlar ve sermaye yönetimini istikrarlı hale getirenler sosyal demokrat partiler. PSI ya da PSF de aynısını yapacak.

Komünist partilerin rolü de aynı olacak. PCI’nın programı bariz bir biçimde kapitalist kalkınma ve devletin rasyonelleştirilmesi programı. Bu partiler de devlet ve burjuvazi ile bağları koparmanın gerekliliğini reddediyorlar. Hatta onun politik temsilcileriyle hükümette ortaklık kurmak istiyorlar.

Üstelik Komünist partilerin liderliği bu partiler içinde iyice kök salmış durumda. Il Manifesto’nun partiyi adım adım sola çekme stratejisi partinin en militan bölümlerini devrimci bir kutuba doğru koparmadan başarılamaz.

II Manifesto’nun sol hükümete girerek bu hükümetin sol kanadı olma stratejisinin de geçmişte yaşanmış örnekleri bulunuyor. 1936’da Katalonya’da kurulan sol hükümetin içinde de sol bir kutup vardı – POUM. POUM’un tabanı şimdiki partilerden çok daha büyüktü ve burjuva devletinin yerini Sovyetlerin alması gerektiği konusunda İtalya’daki Il Manifesto’dan çok daha ikna edici şeyler söylüyordu. Fakat POUM böyle bir hükümetin içinde yer almanın bedelini ödedi. Ne zaman kendi tabanının faaliyetleri ile işlerin yürümesi için burjuva devlet mekanizmasının istikrarı arasında bir çelişki oluşsa POUM kendi üyelerini disiplin altına almayı ve işçi hareketinin özerkliğini yok etmeyi kabul etti. Böylece Kasım 1936’da POUM’un lideri Andrais Nin, kendi üyelerini, Lerida’daki yönetimin yerine geçen devrim komitelerini dağıtmaları için ikna etmek zorunda kaldı. Altı ay sonra devlet mekanizması yeniden kurulmuştu ve bu devlet Andrais Nin’in öldürülmesinde katillerle işbirliği yapacaktı.

1936’da İspanya’nın devrimci günlerinde POUM’un ve anarşistlerin yaşadıklarının aynısı bugün PCI ve Il Manifesto’nun liderliği için de geçerli. İnsanın bir ayağı işçi hareketinin içindeyken diğeri devlet ile işbirliği halinde olamaz. İşçi hareketi büyüdükçe burjuva devlet ile çatışacaktır. Devrimciler, bu çatışma günü geldiğinde onun doğru bir yönde ilerlemesini sağlamak için işçi sınıfının içinde olmak zorundalar.

İtalya ve Fransa’daki sol hükümetlerin stratejileri bu çatışmaya yol açmaya mahkum. Onların stratejileri, kapitalist kriz dönemlerindeki reformlara dayanıyor ve dolayısıyla istikrarsız. Kapitalizm kendi ayrıcalıklarının yeniden yapılandırılmasını talep edecektir. Ülke ekonomisi hala, reform değil daha fazla fedakarlık gerektiren dünya ekonomisine bağlı olduğu için kötüye gidecektir. Burjuvazi giderek azalan kar oranlarından dolayı giderek daha mutsuz hale geldikçe ekonomiyi daha fazla sabote edecektir.

İşçileri, anti-kapitalist bir pozisyondan hükümete karşı harekete geçiren açıkça solcu bir alternatif olmadıkça kitlesel sağ hareketler ortaya çıkabilir.

Özetle şunu söyleyebiliriz; sol bir hükümet hiçbir zaman devlet mekanizması ile bağlarını kopararak işçilerin iktidarı almasının yolunu açmaz. Almanya’da 1918’de hükümetin kendisi Spartaküs ayaklanmasını bastırarak karşı devrimin aracı haline geldi. Şili’de hükümetin devlet ile işbirliği yapması alternatif işçi iktidarı organlarının hükümet tarafından bastırılması ya da etkisiz hale getirilmesi anlamına geldi ve Popular Unity’nin tabanında ayrılıklar ortaya çıktıkça silahlı devlet kendisini hem hükümeti hem de hareketi yok edecek kadar güçlü hissediyordu.

İtalya ve Fransa’da sol iktidara gelirse ve geldiğinde hem Charles de Gaulle’cüler hem de Hıristiyan Demokratlar bu fırsatı kendi güçlerini, burjuva yönetiminin daha verimli araçları olarak yeniden organize etmek için kullanacaklardır. İşçi sınıfı, kendi partisinin kapitalizmi rasyonalize etme çabaları sonucunda demoralize olurken onlar, yeniden canlanmış bir şekilde geri döneceklerdir.

Fakat dördüncü bir alternatif daha var ve o da hükümetin devrimci bir şekilde yıkılması ve yerine işçi devletinin kurulması. Fakat bu seçeneğin gerçekleşmesi, bu amaca ulaşmak için bir stratejiye sahip olma zorunluluğunun devrimciler tarafından açık şekilde anlaşılmasını gerektirir.  

Üçüncü Enternasyonal’in durumu

Bu konuda 1922’de yaşanan tartışma, Lenin ve Troçki’nin önderlik ettiği ve Komüntern içindeki aşırı solcu unsurları, sosyal demokratlarla somut sorunlar üzerinden bağları koparmanın bir yolu olarak birleşik cephe taktiğini kabul etmeye zorlayan mücadelenin sonucuydu. Neden böyle bir faaliyet birleşik bir işçi hareketi için hazırlanmış bir program ile sonuçlanmasındı?

Maalesef bu tartışmanın konuyu aydınlığa kavuşturduğu söylenemez. Tartışmayı kazanan Zinoviev ve Radek oldu. Her ikisi de birleşik Komünist Sosyalist bir hükümet için mücadele etmenin, işçilerin oluşturduğu bir birleşik cephenin mantıksal sonucu olacağını iddia ettiler. Böyle bir hükümetin otomatik olarak mücadele düzeyini yükselteceğini ve buradan da proletarya diktatörlüğüne doğru gidişi sağlayacağını söylediler.

Radek’in konuşması aşırı derecede mekanikti. İşçi hareketi ortaya çıktığı her yerde proletarya diktatörlüğü için sıçrama tahtası haline gelecekti çünkü burjuvazi, demokratik prensipler üzerine kurulmuş olsa bile bir işçi hükümetini tolere etmeyecekti. Böylece sosyal demokrat işçi, kendi yönetimini savunmak için kendisini komünist olmak zorunda hissedecekti.

Fakat hükümetin kendisini dayandıracağı bu demokratik prensipler tam olarak devlet tarafından belirlenen çerçeve içinde işleyen prensiplerdi. Bu prensipler, radikal fikirleri olan bakanları etkisiz hale getirmek için oluşturulmuşlardı. Ayrıca böyle bir hükümet içindeki hakim güçler, olayların etkisiyle fikirlerini değiştirebilecek olan sosyal demokrat işçiler değil, mücadelenin içini boşaltmak için elinden geleni yapacak olan reformist bürokratlardı. Dolayısıyla Radek’in anlattığı şema yerine, komünist liderlerin, hükümetin bu yapısı içinde kaybolması çok daha yüksek bir olasılıktı.

Hükümet, Zinoviev ve Radek’in konuşmalarından çok daha uyanık davrandı. ‘Kitlelerin mücadelesinden çıkan’ hükümeti korumak için sıkı önlemler alındı. Fakat böyle bir hükümetin ‘kurulur kurulmaz hemen burjuvazinin erken doğmuş direnişi ile karşılaşması’nın hala kaçınılmaz olduğu düşünülüyordu. Dolayısıyla ‘işçi hükümetinin zorunlu görevleri proletaryanın silahlanmasına bağlı olmak zorundaydı’.

Tartışma oldukça kafa karıştırıcıydı. Bunun nedeni kısmen tahmin edileceği gibi o güne kadar sadece işçi partilerinden oluşan bir hükümet deneyiminin olmamasıydı. Örneğin Troçki 1923’de şöyle yazıyordu, “İşçilerin çoğunluğunu … işçi hükümeti sloganı etrafında topladığımızda … Renaudel, Blum ve Jouhaux’un (reformist liderler) varlıklarının çok fazla değeri kalmayacak, çünkü bu beylerin tek varlık koşulu burjuvazi ile yaptıkları ittifak..” (Komünist Enternasyonel’in ilk beş yılı Cilt 2, syf 173). Maalesef 55 yıllık acı deneyim burjuvazinin yer almadığı reformist hükümetlerin kurulabileceğini ve bu hükümetler altında kapitalizmin yıkılmadığını ve hatta çoğunlukla kendi yönetimini güçlendirdiğini gösterdi.

Fakat tüm bunlar, proletarya diktatörlüğünden önce hiçbir koşul altında gerçek bir işçi hükümetinin kurulamayacağı anlamına gelmiyor. Geçmişte, temel görevi işçi sınıfını silahlandırmak olan işçi hükümetleri kuruldu ki bunlar aşırı uç istisnalardı. Örneğin 1919’da Macaristan ve Bavyera’da burjuva iktidarı çöktü ve hükümet kendisini Sovyet Gücü sloganına dayandıran halkın eline geçti. İşçi hükümeti kuruldu ve daha sonra proletarya iktidarının yapılarını oluşturdu – işçi milisleri, işçi konseyleri vs.

Bu hükümetlerin temel unsurları devrimcilerdi ve asıl görevleri burjuvazi yeniden toparlanmadan önce yeni bir işçi devleti yaratmaktı. Bavyera’da komünist lider Leviné birinci Sovyet hükümetinde yer almayı reddetti çünkü bu hükümet, işçileri silahlandırmaya ve gerçek işçi konseyleri kurmaya hazır olmayan orta yolculardan ve reformistlerden oluşuyordu. Leviné, çok haklı olarak, sadece bu tür adımların işçi hükümetini sağlam bir temel üzerine oturtacağında – proletarya diktatörlüğünü kurarak -  ısrar etti. İşçi hükümetini bundan daha azına dayanan bir temel üzerine kurmak sadece karşı devrime yol açabilirdi.

Lenin’in tutumu da aynıydı. Ekim’den önceki haftalarda tek yolun, önemli pozisyonların Bolşevikler’in elinde olduğu Sovyetler’e dayalı bir hükümet olduğunu söylüyordu. Fakat Bolşevikler’in işçi sınıfı içinde hala azınlıkta olduğunu görerek, diğer sosyalist partilerin böyle bir hükümet kurması durumunda Bolşevikler’in “vefalı bir muhalefet” olarak kalarak böyle bir hükümetin işçi sınıfı önündeki başarısızlıklarını eleştirmeye devam edeceğini söyledi. Bolşevikler böyle bir hükümetin sorumluluğunu almayı reddettiler ve ona katılmamayı tercih ettiler. Görev, kitleleri reformizmden koparıp Bolşevizme kazanmaktı, böylece gelecekte bu hükümetin yerini proletarya diktatörlüğü alabilecekti.

Bugün benimsenmesi ve uygulanması gereken miras, Komintern’in tezlerinin olduğu gibi benimsenmesi değil Bolşeviklerin izlediği yoldur.

Reformist hükümetler için devrimci taktikler

Sol bir hükümet sosyalizme giden yolu inşa edemiyor olsa da devrimciler böyle bir hükümetin iktidara gelmesine ilgisiz kalamazlar. Burjuvazi sadece ön saflardaki pozisyonlarından çekilmiş ve hala ekonominin ve devletin kontrolünü elinde bulunduruyor olsa da böyle bir hükümet devrimciler için büyük fırsatlar doğurabilir.

Hem Fransa hem de İtalya’da 1940’lardan beri ilk kez komünistlerin ve sosyalistlerin hükümete girmiş olması işçi hareketinin kendine olan güvenini ve militanlığını artırabilir. Eğer kitleler burjuvazinin yaşadığı kafa karışıklığını kendi lehlerine çevirmeyi başarırsa, sol bir hükümetin seçilmesi işçi hareketinde büyük bir gelişmeye yol açabilir. Fakat bu gelişme otomatik olarak gerçekleşmez, hükümet durumu istikrara kavuşturmaya çalışacaktır ve burjuvazi yeniden toparlanacaktır. Eğer işçiler, sadece ilk engeli aştıklarının farkına varmayıp iktidarı kendilerinin aldığı yanılsamasına kapılırlarsa, yani kendi eylemleri yerine sırtlarını hükümete dayamayı seçerlerse kazanımları sadece, yeniden kendini toparlayan burjuvazi tarafından kolayca ellerinden alınacak olan reformlarla sınırlı olacaktır.

Dolayısıyla önemli paradoks şudur: sol bir hükümetin varlığı işçi hareketini ancak işçi sınıfı ya da en azından onun öncüleri bu hükümetin kendi hükümeti olduğu yanılsamasına kapılmadığı sürece güçlendirebilir. İşçi hareketi ne kadar bağımsız ve güçlü olursa hükümeti daha fazla reform yapmaya o kadar zorlayabilir. İşçi hareketi ne kadar kendi örgütlenme biçimlerine dayanırsa işçiler ve onun müttefikleri ve burjuvazi arasındaki güç dengesinin değişmesinin önü o kadar açılmış olur. Fakat devlet gücünün yapılarına dayandığı ölçüde de burjuvazinin reaksiyonu mümkün hale gelir.

Bu şu anlama gelir; devrimcilerin rolü böyle bir hükümete, içindeki çelişkileri vurgulamak üzere girmek olamaz, çünkü böyle bir seçenek kesinlikle işçileri burjuvaziye bağlı hale getirir.

Devrimcilerin asıl görevi, tam tersine, işçilerin ‘sol’ bir hükümete dair sahip oldukları yanılsamaları ortadan kaldırmaktır – ve bu parça parça bütün işçi mücadelelerini genelleştirmek ve hükümetin stratejisi ile ters düştükleri noktada bile onlara önderlik etmek anlamına gelir. Kısacası yapılması gereken böyle bir hükümete karşı sol muhalefeti örgütlemektir ve böyle bir muhalefetin amacı devlete bel bağlamanın yerini işçilerin kendi örgütlerine dayanmanın almasıdır.

Tabii ki devrimci solun taktiksel olarak sol hükümeti ya da belirli önlemleri savunacağı zamanlar olacaktır: sağdan gelen saldırılara karşı ve burjuvazi kaybettiği pozisyonunu geri almaya çalışırken. Fakat bu, devrimci bir partinin asıl pozisyonunu belirsizleştirmemelidir: işçi sınıfı iktidarı biçimlerini geliştirmek. Böyle bir iktidar doğası gereği, hükümeti devirmek ve yerine işçi devletini kurmak için var olan burjuva devletiyle çatışacaktır.

Yoksa devrimciler kendilerini, hükümetin işçi hareketine ve küçük burjuvaziye karşı aldığı kararları savunan Şili solu ile aynı pozisyonda bulabilirler ve böylece sağ güçlerin bu hareketleri manipüle etmesine izin vermiş olurlar.

Bağları koparmak

Kendi reformist partileri tarafından kontrol edilen bir hükümet olasılığı, özellikle uzun yıllardır devam eden burjuva partileri yönetiminden sonra, birçok işçiye çok çekici gelebilir. Böyle bir hükümet toplumdaki temel değişikliklerin önkoşulu olarak görülebilir. Devrimciler öncelikle bunun bir yanılsama olduğunu görmek zorundadır. İşçiler toplumu sadece partilerinin hükümete katılmasıyla değiştiremez. İkincisi, bu yanılsamanın birçok işçinin sınıf bilincinde bir yükselmeye denk düştüğünü görmeliyiz; bu yanılsama işçilerin, kapitalist kriterlere göre değil de kendi sınıfları tarafından kontrol edilen bir toplum açısından düşünmeye başladıkları anlamına gelir.

Bizim görevimiz sınıf bilincinin artmaya devam etmesi için uğraşırken, aynı zamanda sol bir hükümetin rolü konusundaki yanılsamaları da ortadan kaldırmaktır.

Devrimci olmayan işçilere şunları söylemeliyiz: “Sol bir hükümetin toplumu işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda değiştirebileceğine inanıyorsunuz; biz inanmıyoruz. Fakat yine de sizinle birlikte mücadele edeceğiz ve bu konudaki düşüncelerinizi beraber test edeceğiz. Yine de şunu tekrarlıyoruz; yaslanmanız gereken kendi mücadelenizdir, kaderinizi politik liderlerinizin eline teslim etmeyin”.

Dolayısıyla, sol ya da işçi hükümeti sloganı her derde deva bir sihir olarak değil işçi sınıfı mücadelesini geliştirmeye yönelik genel politikamıza göre tali ama desteklediğimiz taktiksel bir slogan olarak görülmeli. Görevimiz, işçileri kendi çıkarlarını savunmak üzere harekete geçiren sloganlar geliştirmek, reformist işçilerle eylemde bir araya gelmek ve mücadelede ‘sol hükümet’ ile ilgili sahip oldukları yanılsamaları ortadan kaldırmaktır. Sonuçta bilincin değiştiği yer eylemdir.

İtalyan devrimci solunun ‘PCI’ya alternatif olacak bir stratejiden’ bahsederken yanılıyor olmasının nedeni budur. Onlar, kapitalizmi yıkmadan kapitalizmin krizini çözmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla İtalyan kapitalizminin ödeme dengesi krizini ithalat denetimi ve kredi kısıtlaması önererek çözmeye çalışıyorlar. Fakat ödemeler dengesi krizini kökten çözmenin tek yolu İtalya’yı kapitalist sistemin dışına çıkarmaktır ve bu da bir önkoşul olarak İtalyan burjuvazisinin devrilmesi anlamına gelmektedir. Burada sol aslında, İtalya’nın krizini İngiltere, Japonya ya da Almanya’daki işçiler pahasına çözmeye çalışarak ulusalcı bir tutum almaktadır. Çünkü bir ülkedeki ithalat denetimi başka bir ülke için işsizlik anlamına gelir.

Daha genel düzeyde, devrimci sol, kapitalizmin krizini aşması için onu devirmek dışında başka alternatif stratejiler önermez. Ancak krizin etkileriyle baş eden bir strateji önerebilir; işsizliğe, enflasyona karşı stratejiler gibi işçilerin iş yerlerindeki güçleri aracılığıyla ve kitlesel bir güç olarak uygulayabilecekleri stratejiler. Böyle bir mücadele işçi örgütlerinin güçlenmesini ve işçilerin bilincinin kapitalizmin devrilmesi gerektiğini kavrayacak şekilde artmasını sağlar. Böyle bir hareket içinde devrimciler ve reformist partilerin kitle tabanları arasında birleşik cepheler kurulur. İşçilerin reformizm ile bağını koparacak olan kısmi amaçlar doğrultusunda kurulan eylemde birliktir çünkü işçiler, bu eylemler sırasında kendi liderlerinin tabanları ve sermayenin talepleri arasında tereddüt ettiğini görürler. İşçilerin reformizmden kopması İtalyan solunun düşündüğü gibi reformist bir programın radikal versiyonunu önererek olmaz.

İki reformist program ile karşı karşıya kalan işçiler tabii ki reformistler tarafından sunulan programı kabul edeceklerdir çünkü sol bir hükümetteki büyük güç, dolayısıyla bir programı uygulayabilecek güce sahip olan kesim devrimciler değil PCI olacaktır. Ayrıca reformistler ve devrimciler böyle bir program etrafında mücadele etmek için bir araya gelmezler, bunun üzerine sadece birbirleriyle tartışabilirler.

İtalyan solu AO’nun üç yıl önce uyardığı tuzağa düştü: “… devrimciler PCI’ya hükümet olması için tavsiyede bulunmazlar. Bu reformist hareketin kuyruğuna takılmak, devrimci süreci onların eylemlerine bağlı hale getirmek olur. Bu, hem öz örgütlenme hem de politika düzeyinde özerk bir devrimci strateji oluşturmak üzere çalışmamak anlamına gelir. Nihai olarak böyle bir tavsiye kitlelerin kafasının karışmasına neden olabilir” (dördüncü kongre için tezler, syf 75).

AO ilk stratejisini ne kadar erken yeniden keşfederse İtalyan solundaki kaosu ortadan kaldırmaya o kadar erken başlayabilir.

Chris Harman ve Tim Potter

(Türkçe'ye çeviren Arife Köse)

Bültene kayıt ol