21.yüzyılda sosyalizm mümkün mü?

22.10.2015 - 07:44
Haberi paylaş

İngiliz marksist John Molyneux'nün Nisan ayında İstanbul'da Marksizm 2015 kapsamında yapılan “İşçi sınıfı: Kapitalizmin mezar kazıcısı” toplantısındaki sunumunun geniş özeti:

1848 devrimlerinin yenilgisinden sonra, 1850 yılında, Karl Marx yeni bir devrim olabilmesinin koşullarının neler olabileceği konusunu ele alır. Şöyle der; “Devrimlerin yenilgisi yeni bir kapitalist büyüme ve zenginlik döneminin kapılarını açtı. Ama yeni bir devrimin ön koşulu iki unsurun birbiriyle çelişki içine girmesine bağlıdır; dönemin üretim güçleri ve burjuva üretim biçimleri.

1859’da, bütün tarih teorisini özetlemeye çalıştığı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkının önsözünde bu çelişkiye döner ve şöyle der:  “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde devindikleri mevcut üretim ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.”

21.yüzyılda devrim mümkün müdür tartışmasında ben üretim güçleriyle üretim biçimleri arasındaki çelişkinin günümüzde son derece keskin bir hale geldiğini savunuyorum. Bu yüzden, sosyalist dünya devriminin koşulları hızla olgunlaşmaktadır. Bu durum sosyalizmin sadece mümkün değil, ama aynı zamanda kaçınılmaz ölçüde gerekli olduğunu gösteriyor. Dünya çapında üretim güçleriyle üretim ilişkilerinin birbirleriyle çelişkili hale gelmiş olması durumu hem birçok farklı şekilde kendini gösteriyor, hem birçok farklı şekilde işliyor.

Bu farklı çelişkilerden bir tanesini geçtiğimiz günlerde epeyce tartıştık, üretici güçlerin küresel ölçekte örgütlenmesi ile ulus devletler arasındaki çelişki. Bu çelişki emperyalizme ve emperyalist savaşlara yol açan çelişki. Bugünkü toplantıda bu çelişkilerin, belirleyici olduklarını düşündüğüm iki başka biçimi üzerinde konuşacağım; bunlardan birincisi, ilk olarak Kapital’in üçüncü cildinde Marx tarafından incelenen kar oranlarının düşme eğilimi, ikincisi ise iklim değişikliği. Özellikle bu ikisi arasında karşılıklı ilişkiyi ele alacağım.

Kar oranlarının düşme eğilimi Marx’ın sermayenin organik bileşiminin yükselmesinin bir sonucudur. Bu temelde, kapitalist rekabet kapitalistlerin üretim sürecinde daha fazla makine daha az emek kullanmalarını getiriyor. Her bir kapitalist, yani kapitalist işletme mümkün olduğunca yüksek düzeyde kar etmeye çalışır. Eğer daha fazla makine kullanmak yoluyla verimlilik düzeyini arttırabilirlerse toplam artı değerden, toplam kardan daha büyük bir pay elde ederler. Yani kendi ettikleri kar miktarını çoğaltmış olurlar.

Ancak bütün kapitalistler, bütün kapitalist işletmeler bunu yaparsa, bunu yapmaya çalışırsa toplam kar oranı düşmüş oluyor, çünkü daha fazla makine, daha az emek kullanılmış oluyor. Toplam kar oranı toplam yatırıma, Marx’ın sabit sermaye diye adlandırdığı makinelere, ulaşıma, fabrikalara yapılan toplam yatırıma bakılarak hesaplanır. Ancak toplam karın kaynağı son tahlilde, kullanılan makineler değil, sömürülen emek gücüdür. Kapitalizm bir bütün olarak teknolojiyi geliştirir, üretim güçlerini geliştirir, makineleri geliştirir, emeğin verimliliğini arttırır ancak bütün bunları rekabetçi sermaye birikimi çerçevesinde yaptığından kendi altını oyar, kendi bindiği dalı keser.

Marx’ın kendisinin de açıkladığı gibi bu sürece karşı işleyen pek çok mekanizma vardır. Kar oranları sürekli bir şekilde düşmez, bunu engelleyen karşı mekanizmalar vardır. Emperyalizm bu mekanizmalardan biridir, 1950’lerdeki sürekli silahlanma ekonomisi bunlardan biriydi. Ancak bu mekanizmalara rağmen kar oranlarının uzun vadede düşme eğilimi sisteme içkindir. 1950 ve 60’lardaki büyük ekonomik büyümeden, 1970’lerdeki ve bugünkü krizlere, 2.Dünya savaşından bu yana kapitalizmin gelişimini incelediğimizde tüm bu sürecin ardında yatanın kar oranlarının düşme eğilimi olduğunu görüyoruz.

Son tahlilde 2008’deki bankacılık krizine yol açan da, bu krizden çıkışın çok yavaş oluyor olmasının nedeni de kar oranlarındaki düşme eğilimiydi. Avro bölgesinin hala krizden çıkamamış olmasının da, Çin’deki büyüme oranlarındaki yavaşlamanın da altında bu yatıyor. Egemen sınıfların uluslararası ölçekte neo-liberalizmi benimsemeye başlaması ve uygulaması da buna olan tepkileriydi. Yunanistan’da, İspanya ve İrlanda’da epeyce direnişle karşılan neo-liberalizm ve kemer sıkma politikaları egemen sınıfın kar oranlarını koruma çabasının bir parçasıydı.

Micheal Roberts, Chris Harman gibi Marksist iktisatçıların ampirik veriler üzerinden gösterdiği şey, sistemdeki kar oranlarının 1950’ler 60’lar ve 70’lerde kademeli olarak düştüğü ve bunun 1970’lerin ortasında, 1980’lerin ve 1990’ların başında uluslararası durgunluklara neden olduğuydu. Egemen sınıfların neo-liberal saldırısı kar oranlarını bir miktar yükseltmiş durumda ancak 1950’lerdeki düzeyin hala çok altında. Bu nedenle kriz aşılabilmiş değil ve egemenler neo-liberal saldırıya devam etmek için her tarafta ellerinden geleni yapıyor. Yunanistan, İspanya ve İrlanda gibi yerlerde kemer sıkma politikalarına karşı ciddi tepkiler görüyoruz, ama henüz tepkinin yüksek olmadığı İngiltere’de bile önümüzdeki yıllarda işçi sınıfının tepkisini göreceğimizi tahmin ediyorum çünkü kemer sıkma politikaları ille de hemen bir direnişe yol açmıyor ama yıllar süren kemer sıkma politikalarının direnişe yol açacağını beklemek gerek.

Üretim güçleriyle kapitalist üretim ilişkileri arasındaki ikinci çelişki iklim değişikliği. Elbette Karl Marx’ın iklim değişikliğinden haberi yoktu, çünkü o dönemde bilim dünyasında böyle bir bilgi yoktu. Ama Marx’ın eserlerini okursanız hatta 1844 Elyazmalarına kadar giderseniz, Marx’ın o zamanda bile kapitalizmin yabancılaşmaya, insanın doğadan yabancılaşmasına yol açtığını yazdığını görürsünüz. Marksist yabancılaşma teorisinin merkezinde yabancılaşmış emek yoluyla kendimize yabancı ve düşman bir dünya yarattığımız düşüncesi vardır. İklim değişikliği ise bunun uç bir örneğidir. Konuyla ilgileniyorsanız Marksizm’in önemli bir ekolojik yönü olduğunu gösteren John Bellamy Foster’ın yazılarını önerebilirim.

İklim değişikliği durumunda üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişki çok netçe ortaya çıkıyor. İklim değişikliğine yol açan şey en basit ifadesiyle fosil yakıt kullanmamız sonucu ortaya çıkan karbon bazlı gazların emisyonları. Dünyanın bütün hükümetleri bunu bal gibi biliyor olmalarına rağmen bunu durduramıyorlar çünkü kapitalist rekabet bu süreci zorunlu kılıyor.

Bir taraftan Exxon, Shell, BP gibi dünyanın önde gelen büyük şirketleri fosil yakıtlara büyük yatırımlar yapmış durumdalar, diğer taraftan ABD, Çin, Rusya gibi önde gelen kapitalist devletleri rakiplerinin kendileri karşısında avantaj kazanabileceği korkusuyla yenilenebilir enerjiye geçmiyorlar. Kar oranlarının düşüşüyle, iklim değişikliğinin birleşimi hem kapitalizm hem de insanlık için ölümcül bir durum.  İklim değişikliği hakkında bir şeyler yapmak istiyor olduklarını varsaysak ve yenilenebilir enerji kaynaklarına geçmek için ne yapmak gerekliğini bilimsel olarak biliyor olduklarına göre kar oranlarının düşmesi olmasaydı belki de bunu yapabilirlerdi.

Öte yandan işçi sınıfına bedel ödeterek, sömürü oranını arttırarak kar oranlarının düşme eğilimine karşı koyduklarını varsayalım. Bunu becerseler, bunun anlamı ekonomik büyümeye devam etmek olacak. Ekonomik büyüme bu ortamda ne anlama gelecek; çok kısa sürede muazzam bir çevre kriziyle karşılaşacaklar. Dolayısıyla dünya kapitalizmi bu çelişkinin içinde hapsolmuş durumda. Bu çelişkilerin sosyalizm sorununu her zaman olduğundan çok daha acil bir şekilde insanlığın önüne getiriyor olduğundan eminim. Bu krizi olumlu bir şekilde çözebilecek güçlerden bahsedelim. Tabi ki uluslararası işçi sınıfından söz ediyoruz. Kapitalist gelişme, geçmişte mevcut olanın kat kat üzerinde, devasa bir uluslararası işçi sınıfı yarattı. Dünya nüfusunun yarısından fazlası kentlerde yaşıyor. Yani bugün Çin’de Marksist anlamda yaklaşık 500 milyon kişiden oluşan bir proletaryadan bahsediyoruz. Dünyanın her tarafında, beş kıtanın hepsinde, işçi sınıfının yoğunlaştığı dev şehirler var. Bu sınıfın potansiyel gücü devasa.

İşçi hareketinin ne kadar hızlı bir şekilde yayılabildiğini görmek için Arap Baharına bakmamız yeterli. 1917 Rus devrimini izleyen devrimler dizisine baktığımız zaman, o dalga Arap devrimlerine kıyasla daha derin ve daha büyük bir dalgaydı ama çok daha yavaştı. Rus Devrimi Ekim 1917’de gerçekleşti, onu izleyen Almanya ve İtalya’daki devrim dalgası ise 1919’un başlarında geldi. Fikirlerin bir yerden bir yere yayılması da uzun zaman alıyordu. Gramsci’nin Lenin okuması iki yıllık bir gecikmeyle oluyordu. John Reed’in Amerika’dan Rusya’ya gitmesi aylar sürüyordu, geri dönmesi de aylar sürüyordu.

Günümüzde ise Tunus Devrimi Aralık 2010’da başlıyor, Tunus’ta Bin Ali’nin devrilmesinden sekiz gün sonra ise Mısır Devrimi başlıyor. Mübarek 11 Şubat’ta devrildi, bir hafta sonra Libya’da ayaklanmalar başladı. Onun arkasından Bahreyn, Yemen, Suriye geldi, bir orman yangını kadar hızlı yayıldı. Birkaç aylık bir süre içinde meydan işgalleri Akdeniz’e, İspanya’ya, Yunanistan’a yayılıyor, Atlantik’in ötesine geçip ABD’deki meydan işgalleri olarak ifadesini buluyordu. Modern iletişim yöntemleri sayesinde anında bütün bunları izliyoruz, sosyal medya ve internet üzerinden fikirler anında yayılabiliyor.

Yani objektif olarak uluslararası devrimin güçleri mevcut, tarihte hiç olmadıkları kadar güçlü bir şekilde. Ancak burada sübjektif faktörden söz ettiğimiz zaman başka bir çelişki çıkıyor karşımıza. Çünkü dünya çapında sosyalist fikirlerin, özellikle devrimci sosyalist, devrimci Marksist fikirlerin durumunu düşündüğümüz zaman itiraf etmek zorundayız ki küçük bir azınlığı oluşturuyoruz. Bu azınlık olma durumu için her zaman çeşitli nedenler ileri sürmemiz mümkün, siz Türkiye’de Kemalizm var dersiniz, ulusalcılık var dersiniz, İrlanda’da Cumhuriyetçiliğin çok güçlü olduğunu söyleyebiliriz. Ancak hoş olmayan gerçek şu, dünyada şu an hiçbir ülkede devrimci Marksistler birkaç bin kişiden fazla değiller. Oysa ihtiyacımız olan kişi yüzbinlerce kişilik, milyonlarca kişilik güçler.

Yani 21. Yüzyılda sosyalizm ihtimali ve gerekliliği hakkında konuşacaksak bu durumu neyin değiştirebileceğini de konuşmamız gerekiyor. Bence içinde olduğumuz zayıf olma durumunun temel nedeni 20. Yüzyılda yaşanmış olan büyük yenilgiler. İrlanda’daki yeni yoldaşlarımız için sosyalist hareketin tarihindeki ana olayların listesini hazırladım. Bir noktada bu listeyi yapmamayı düşündüm çünkü “1848: Katliam, yenildik, 1871 Paris Komünü: Yenildik, Rus Devrimi: Yenildik, Alman Devrimi: Yenildik” bu kadarı bile çok fazla yenilgi ediyor.

Bütün bu yenilgilerin kanımca en ağır ve olumsuz olanın Sovyet Devrimi’nin Stalinizm tarafından yenilgiye uğratılmasıydı çünkü hem sosyalizmin adını kirletti hem de hareketin içindeki ilişkilere zarar verdi. Bu durum irade gücüyle aşabileceğimiz bir durum değil. Stalinizmin Berlin duvarının çöküşüyle ortadan kalkışı da bu durumu değiştirmiş değil. Ne değiştirebilir bu durumu? Bana göre bu değiştirecek olan şey iklim değişimi. İklim değişikliğinin önemli olduğunu düşünüyorum çünkü bütün dünyanın tümünü, tek tek ülkelerin varlıklarını tehdit ediyor. Bir yandan dünya nüfusu öyle bir noktaya gelecek ki dünyanın büyük çoğunluğu hükümetlerin bile bile karları uğruna dünyayı yok olmasının eşiğine getirmiş olduklarını biliyor olacaklar.

İklim değişikliğinin ne olduğunu unutmayalım, tedrici bir ısınma süreci değil, giderek kaotik ve öngörülemez bir hale gelen hava koşullarından bahsediyoruz. Giderek daha kötüleşen ve sayısı artan seller, yangınlar, kuraklık vb. Şu anda dünyadaki hava koşullarına baktığımızda durumun çok kötü olduğu belli ama medya bu olayları birbirleriyle bağlantılı olarak anlatmıyor. Müslümanlarla ilgili olan her şey haber oluyor, Müslümanlara bağlanabilecek olan cinayetler vb anında konu ediliyor, anında bütün bağlarıyla Müslümanlığa bağlanarak ve hemen bu konuda bir şeyler yapmak gerekir şeklinde anlatılıyor. Öte yandan California’da yüz yılın en büyük kuraklığı yaşanıyor ve sıcaklık rekorları kırılıyor, bu da öyle bir olay diye anlatılıyor. Kuzey Şili’de dünyanın en kurak yeri olarak bilinen Atacama çölünde sel yaşanıyor, bu da hiçbir bağlantı kurulmadan veriliyor. Güney Denizi’nde Vanuatu’da yaşayan toplum yok oluyor aynı şekilde haber yapılıyor.

Bunlar şu anda olanlar, ama er ya da geç Manhattan, Çin’in deniz kıyısındaki Şangay gibi yerler de sular altında kalacak. O düzeye gelindiği zaman bu bağlantıları kurmadan haber yapmak mümkün olmayacak. Bence bu dünyadaki siyasi tartışmanın doğasını değiştirecek ama bu elbette arkamıza yaslanıp iklimin değişmesini bekleyelim o zaman herkes sosyalist olacak demek değil. Çünkü böylesi bir kriz devasa ölçekte bir göçmen sorunu üretecektir. New Orleans’taki Katrina felaketini ve ABD devletinin buna nasıl tepki verdiğini hatırlarsınız. Katrina’dan etkilenen yoksullar  –siyahlar–  etkilendi, devlet ise bunu bir kamu düzeni sorunu olarak gördü. İnsanlar yemek bulamadıkları için marketlere girdiler, devlet ise Ulusal Muhafızları özel mülkiyeti koruyup onları vurması için görevlendirdi.  Çevre krizinin dünyanın büyük bölümünü yaşanmaz hale getirdiğini hayal edin ve kendinize Altın Şafak’ın, Jobbik’in, Le Pen’in nasıl tepki göstereceğini düşünün. Bu kriz sosyalizme inananların yüzbinlerce insan olmasına neden olacak ama aynı zamanda “ya sosyalizm ya barbarlık” ikileminin çok somut bir şekilde ortaya çıkmasına neden olacak. Dolayısıyla bugün sosyalist fikirleri yaymak için yaptığımız her şey son derece önemli. 21.yüzyılda insanlığın önünde devasa bir kriz var. Şu anda bunun sosyalizme doğru giden bir şekilde aşılması çok önemli. Burada olan herkesin bunu yaptığını veya yapacağını ümit ediyorum ve bizimle birlikte bu mücadeleye girmeye davet ediyorum.

Bültene kayıt ol