Milliyetçilik ve savaş

05.08.2015 - 11:45
Haberi paylaş

Milliyetçilik, bir egemen sınıf ideoloji olarak, sınıfsal farklılıkların görünmez kılınıp o devletin sınırları içerisinde yaşayan herkesin çıkarlarının bir olduğunu anlatmaya yarayan bir araçtır.

Milliyetçilik ve ırkçılıklar farklı şeyler olmakla birlikte kol kola yürür çoğu zaman. ABD’de var olan milliyetçilik ortak bir etnik kökene dayanmamasına rağmen yüzyıllardır siyahlara ve Latinlere yönelik ırkçı uygulamalara ev sahipliği yapmıştır. Bugün de farklı bir düzeyde devam etmektedir. Türkiye’de ise Anadolu halklarının kalabalık unsurlarından biri olan Türkler, milliyetçilik akımının gelişmesinin ardından Cumhuriyet ile ana unsur olarak seçilmiştir ve Türk olmayanlara yönelik ırkçı baskılar uygulanmıştır.

Ekonomik temel

Bir ulusal pazar, bu pazar üzerinde işleyen kapitalist bir ekonomi ve burjuvazinin çıkarları doğrultusunda örgütlenmiş bir devlet aygıtı milliyetçi ideolojinin vücut bulmuş şeklidir. Hakimiyeti altındaki tüm halklara ve sınıflara ortak bir tarih, ortak bir dil, ortak bir çıkar anlatır. Ancak bu hegemonya o toplumdaki ekonomik ve sınıfsal dalgalanmalardan da etkilenir. İşçi sınıfı hareketinin her yükselişi beraberinde egemen fikirlerin de sorgulanmasına neden olur. Ekonomik krizler, büyük politik kaos dönemleri veya savaş dönemleri de o güne kadar anlatılan devlet, ortak çıkar, kalkınma ve benzeri fikirlerin sorgulanmasına neden olur.

Kapitalizmin çelişkisi bir yandan ulusal pazarlarla dünyayı devletlere bölmek bir yandan da sürekli büyümesi ve yayılması gereken kapitalizmin emperyalist aşamaya geçmek durumunda olmasıdır. Toprağa dayalı ekonomi dönemlerinin emperyalist yayılmasından farklı olarak kapitalist emperyalizm mutlaka toprağı ele geçirmek zorunda değildir. Hakimiyeti altında bulundurduğu coğrafyanın kaynaklarına el koyar ve ekonomik bir tahakküm uygular. En gelişmiş kapitalist ülkelerin emperyalist rekabetleri büyük savaşlara, dünya savaşlarına neden olur. İki emperyalist bloğun kapışması zaman zaman sınırlı bir bölge savaşı olarak da ortaya çıkabilir. 1950 yılında başlayan Kore Savaşı ve son birkaç yıldır Suriye’de yaşanmakta olan iç savaş bu tarz savaşların birer örneğidir.

Ulusal baskı

Türkiye’de ise milliyetçilik Türk olmayan Müslüman halkların Türklüğe asimile edilmesi ve Müslüman da olmayan halkların ise imha edilmesi ve kaçmaya zorlanmaları üzerine kuruludur. Yani Müslüman halklar Türklük altında milliyetçi hegemonya ile birleştirilmeye çalışılırken, Müslüman olmayanlar ırkçı politikalarla sistematik ayrımcılık ve baskıya uğrarlar. El konulan mal varlıkları Türk burjuvazinin ilkel sermaye birikimini sağlar. Müslüman olmayan ama Anadolu topraklarındaki ticaret burjuvazisinin de çoğunluğunu oluşturan bu halklar arka arkaya yaşanan savaşlarla topraklarından sökülüp atıldılar. I. Dünya Savaşı döneminde yaşanan Ermeni soykırımı ve arkasından egemenlerin adına “kurtuluş savaşı” dedikleri savaşta katledilen ve sürülen Rumlar, Süryaniler, Ermeniler ve bir savaş sonrası antlaşması ile yaşanan Türk-Yunan mübadelesi bu politikayı büyük oranda başarıya ulaştırdı.

Müslüman olmayan halklar arasında ise Balkan ve Kafkasya savaşlarından kaçarak gelen halkları asimile etmek ve devlete bağlamak zor olmadı. Göçmen olarak başka topraklara gitmek zorunda kalanların davranış biçimleri genelde gittikleri yeri sahiplenme ve o devlete kendini makbul vatandaş olarak kanıtlama eğilimindedir. Bu halklar son yıllara kadar (yani Kürt özgürlük hareketinin yükselişine kadar) Türk devletine karşı her hangi bir ulusal hak mücadelesine girmediler.

Kürtler söz konusu olduğunda ise Türk burjuvazisi başarılı olamadı. Kürt halkı özelinde en temel ayırt edici faktör Kürdistan diye bir ülkenin var olmasıdır. Osmanlıda da, “kurtuluş savaşı” döneminde de, 1925 Şey Sait isyanı öncesi TBMM konuşmalarında da Kürtlerin çoğunlukta olduğu coğrafyadan Kürdistan diye bahsedilirdi. Kürdistan coğrafyasının en büyük parçasını işgal eden Türkiye Cumhuriyeti yaklaşık yüz yıldır zaman zaman şiddeti azalsa da Kürdistan’da savaş sürdürüyor. Bu savaşı sürdürmek için de her defasında milliyetçilik ve ırkçılık kartlarını oynuyor. Burjuvazi, milliyetçilik kartı ile Türk işçileri ve köylülerini Kürdistan’daki savaşta kendi yanına çeker. Irkçılık kartı ile de direnen hareketleri asi, terörist ilan ederek baskıcı uygulamalara yönelir.

1925’te değiliz

Bugün devletin yeniden ilan ettiği savaş bu tarihsel sürecin bir devamıdır. Ancak bu savaşın da sürdürülemezliği ortada. Bir yandan sömürgeci politikaları devam ettirmek için savaşı yükseltmek öbür yandan savaşın yol açacağı ekonomik ve politik istikrarsızlığı engellemek gibi bir çelişkisi var egemenlerin. Bu çelişkiyi milliyetçiliği yükselterek aşmaya çalışıyor hükümet. Oysa burada da bir başka çelişki karşısında dikiliyor. Kürtler artık 1925’teki halk değil. Son derece örgütlü ve politik olarak bilinçli. Son seçimlerde HDP’nin Kürdistan coğrafyasının tamamında birinci parti olması da bu durumun en net kanıtı. Ayrıca Irak ve Suriye Kürdistanı’nda da kendi yönetimlerini kurdular. IŞİD’le giriştikleri savaş tüm dünyada meşruiyet kazandırdı PKK’ye. Üstelik bu hareket Batıdan daha önce hiç bulmadığı kadar da büyük destek buldu. Yani savaş artık Kürtlerin avantajlı olduğu bir dönemde yapılıyor.  Bir yanda ekonomik sıkıntılar, bir yanda savaş istemeyen büyük çoğunluk ve HDP’ye verilen destek savaşı egemenler açısından sürdürülemez kılıyor. Bu çelişkinin bir sonucu olarak burjuvazi ikili oynuyor. Bir yandan Kürt hareketini geriletmek bir yandan da “çözüm süreci”ni sürdürmek arasında gidip geliyorlar.

Barış için devrimci mücadele

Savaşın sürdürülemezliği ile Batıda sol güçlerin ve işçi hareketinin hareketsizliği ve güçsüzlüğü ise maalesef bir diğer çelişki. Kürdistan bu saldırıyı daha önce defalarca yaptığı gibi yine püskürtecektir ama bu yalnızlıkları çok fazla yaşama mal olabilir. Oysa kitlesel bir işçi hareketinin, değil kendi devletinin sürdürdüğü savaşı durdurmak dünya savaşlarını dahi durduğunu tarihten biliyoruz. Barış sloganı ile ayaklanan işçiler 1917’de tarihin ilk işçi iktidarını kurmuş ve dünya savaşının kısa süre sonra bitmesini sağlamıştı.  Savaşın yıkıcılığı ekonomik sıkıntılarla birleştiğinde burjuvazinin işçi sınıfı üzerinde sürdürdüğü milliyetçi hegemonya çatlar ve rejimlerin meşruiyeti sorgulanır duruma gelir. Ancak böyle durumlarda bir de karşı hegemonya aracına ihtiyaç vardır. Bolşevikler bir yandan barış sloganını öne çıkarırken bir yandan Çarlık rejimine ve onun Rusya’yı halkların hapishanesine çevirdiği hegemonyasına karşı işçileri enternasyonalizme ve Sovyet iktidarı fikrine kazanmıştı. Bugün Türkiyeli sosyalistlerin önünde yukarıda bahsedilen çelişki nedeniyle ikili bir görev duruyor. İlki acilen Batıda kitlesel bir savaş karşıtı hareket yaratarak AKP ve CHP tabanındaki savaş karşıtlığını da mobilize etmek ve bu hareket içerisinde antikapitalist bir cephe inşa etmek.

Özdeş Özbay

(Sosyalist İşçi)

Bültene kayıt ol