Günümüzün Marksizmi nerede?

28.03.2018 - 14:19
Ümit Kıvanç
Haberi paylaş

Küresel -uluslararası, bölgesel, sınıfsal- eşitsizlik had safhada, insanlar dindarlık adına yapılanları da gördü, o halde niye sola meyletmiyorlar?

Bugünün dünyasında herhangi bir şekilde “solcuyum” diyen herkesin bu sorunun cevabını araması gerekir. Pek kimse aramıyor. Veya cevabın zaten el altında olduğunu ileri sürüyor.

Yerleşik savunma -bu cevap arama çabası değil-, cevap anahtarını, solun üzerindeki baskılar ve emperyalizmin oyunlarına dair eserlerin yer aldığı raflarda aramayı öneriyor. Caydırıcı baskı, dünya tarihinin hemen her döneminde, sol sayılabilecek her türlü hareketin üzerinde kâh kılıç gibi sallandı kâh tepesine balyoz gibi indi. Emekçi hakkı gözeten, egemen sınıfların sınırsız tahakkümünü dizginlemeyi hedefleyen, eşitlik ve özgürlük arayan, genel olarak, “ikinci sınıf insan” kategorisini, birilerinin iyi yaşaması için başkalarının boktan işleri yapmak zorunda kalması halini ortadan kaldırmaya uğraşan her türlü hareket her zaman egemenlerce bastırılmaya çalışıldı. Yine de bir şekilde bastırılan eşitlikçi-özgürlükçü hareketler küllerinden doğdular ya da yenilseler bile bir şeyleri değiştirerek kenara çekildiler.

Demokrasinin "nesnel" zemini var mı?

Avrupa’da demokrasi, doğrudan doğruya, işçi sınıfı hareketleri ve onlara dayalı komünist-sosyalist partilerin varlığının, etkinliğinin sonucudur. Kapitalizmin, çalışanlara da örgütlenme hakkı tanıyan liberal bir siyasî düzen içerisinde varolması için, kendi karakterinden kaynaklanan sebep yok aslında. Demokratik siyasî rejimin zorunlu zemini olarak takdim edilen “serbest piyasa”, liberal fanteziden ibaret bir geçici durumdur. Sermayenin kaçınılmaz yoğunlaşması, sahiden kendi haline bıraksanız da, kapitalist ekonomide kârlılığın, sermayenin, gücün, karar yetki ve kabiliyetinin kaçınılmaz olarak sınırlı sayıda elde toplanmasını getirir. Buna da haliyle, merkezî yetkileri, geniş yurttaş kesimlerinin haberdar bile olamadığı karar ve eylem kapasitesi giderek genişleyen ve derinleşen devlet yapıları denk düşer. Serbest piyasa, ancak çok sıkı tedbirlerle, çoğu zaman “ulusal bütünlük” kaygılarıyla bir yandan münasip miktarda yaşatılmaya çalışılır, ancak ne yapsanız sürekli tekelleşme üretmesini engelleyemezsiniz.

Buna bir de, kapitalizmin bütün meşruiyetini dayandırdığı “üretim”in genel ekonomik döngüdeki yerinin giderek ikincilleşmesini, yeryüzünü sınırsız oyun alanı haline getirmiş malî sermayenin (“aman, piyasalar!”) belirleyiciliğini eklersek, şu an için mümkün ve muhtemel siyasî rejimin nisbeten demokratik olabilmesi için tek koşulun, birilerinin demokrasi diye diretmesi olduğu sonucuna varırız. Bu birilerinin yeterince akıllı, güçlü, örgütlü olması halinde, “maddî koşullar”ın onca güç bahşettiği kötü adamlar ve kadınlar, kudret tekellerinin ve zenginliklerinin bir miktar sınırlanmasını kabul edeceklerdir. Miktarı, demokrasi isteyenlerin maharetine bağlı.

Demokrasi, özgürlükler veya eşitlikçi bir ekonomik-toplumsal düzen, kaçınılmaz değildir, durup dururken “maddî koşullar’ın üreteceği bir sonuç değildir. Bütün bunların bilincine sahip ve o değişimi gerçekten isteyen ve bunun için mücadele edecek insanların yaratabileceği bir sonuçtur. Aslına bakarsanız sonuç da değildir, buraya varmak için yürünen yol, bizzat, sahiden insanca denmeyi hak eden bir hayat oluşturacaktır. Marx’ın dediği budur. Bakışlarımızı o taraftan bu tarafa çevirmeye çalışırken bizi olduğumuz yerde biraz fazla döndürdü. Kaçınılmazdı.

Eleştirel teoriden itaat sistematiği

Yöntem sunan birinin sözlerini doktrinleştirirken, Stalin ve sonradan gelen pek çok kişi, “nesnel koşullar” kavramından bir inanç ve itaat sistematiği yarattılar. Oysa bizzat Marksizm, “nesnel koşullar”ın kaçınılmaz işleyişine bilinçli müdahalenin teorisiydi. Stalinizm, bundan, âdetâ kaçınılmaz nesnel koşulları temsilen hükmeden birilerinin meşruiyet iddiasını üretti: Tarihin akışının nereye varacağı belliydi, bu akışa kendini uydurmak, itaat etmek gerekliydi.

“Tarihin kaçınılmaz akışı”nın parti ile, partinin önder ile özdeşleşmesi zor olmadı. Ve tarihin en özgürlükçü felsefesi, en eleştirel teorisi, korkunç dikta rejimlerine altlık yapılabildi. Kapitalizmin toplumsal ırkçı, ayrımcı ikiyüzlülük koşullarında anca kenarda köşede varolabilen özgürlük kırıntıları bile, gizli servisler tarafından soluk alıp verişi dinlenen, hayat gayesi ve hayatî korkusu devletle başını derde sokmamak olan yurttaşların gözüne mücevher gibi görünmeye başladı.

“Devletleşmiş sosyalizm”, nihayet, sosyalizmin Batı âleminde yitirdiği prestijinin yoksullar dünyasında hâlâ varolduğu 1970’lerde, meşruiyetini aldığı o güzel gelecek hedefinden vazgeçtiğini ilan etti, “reel sosyalizm” oldu. Yaklaşık bir asır boyunca haksızlığa, eşitsizliğe isyan eden herkesi cezbetmiş kurtuluş hayali, “Sovyet yağına bulanmış Çarlık devlet mekanizmaları” (Lenin) tarafından gasp edilip, bizzat kurtuluş hayali düşüncesini zor onarılır ölçüde tahrip ettikten sonra söndü gitti.

Evet, Marksistler yok olmadı. Bizzat şu okuduğunuz satırların yazarı Marksisttir. Tarihi, insan toplumlarını, toplumsal mekanizmaları ve değişim dinamiklerinin nerelerde aranması gerektiğini bize Marx’tan daha berrak anlatabilen çıkmadı. “Değiştirmek için anlamak”, yalnız felsefî öneri değil, başlı başına inşa edilecek siyaset kültürünün anahtar önermesidir.

Neden proletarya?

Marx’ın, önerdiği siyasî mücadele perspektifinin eksenine “proletarya”yı oturtması rastgele tercih değildi. Onu bütün bu tarih ve toplum ve ekonomi ve tabiî siyaset meselelerine kafa yormaya sevk eden, şüphesiz, öncelikle vicdanî rahatsızlığıydı: işçiler, çoluk çocuk, korkunç koşullarda boğaz tokluğuna çalıştırılıyorlardı ve bu rezaletin ortadan kaldırılması için uğraşmak şarttı. Daha önce pek çok defa dile getirmeye çalıştım, bir daha tekrarlayayım, Marx, ekonomi üzerine çalışmalar yaparken komünizmi keşfetmiş bir bilim adamı değil, eşitsizliği ortadan kaldırmak hedefiyle mücadele yolları ararken eşitsizliğin kökenlerini bulabilmek için derinlere dalmış bir adamdı.

Ancak Marx o arada bir şeyler de keşfetmişti. “Artı değer” veya “artık değer” bunların başlıcası olarak bilinir. Ancak Marksizmin temeli, odağı, çekirdeği sayabileceğimiz esas keşif bu değil. Keşif demek de doğru değil, zira gerçekte bir tespit ve buna bağlı bir denklem söz konusu. Marx, henüz Fordizm ve üretim bandı ortada yokken, sanayi işçilerine dayatılan çalışma koşullarında insanlık-dışı olanı tespit etti: her gün aynı basit hareketi yineleyerek boğaz tokluğuna çalışmak zorunda olan insan, bir süre sonra insanlığından çıkacaktı. Bu konumu, proletaryayı toplumun insanlıktan en çok uzaklaştırılan kesimi haline getiriyordu. Eğer proletarya kendi konumunun bilincine varır ve bunu değiştirmek için harekete geçerse, kaçınılmaz olarak bütün insanlığı insanlık-dışı bir varoluştan kurtaracaktı. Çünkü aksi halde kapitalizm bütün toplumu proleterleştirecek, aynı insanlık-dışı varoluş koşullarına sürükleyecekti.

Yani Marx, her ne kadar işçi sınıfının kurtuluşu için uğraşan biriyse de, işçilerin mevcut halinde hayran olunacak yan göremiyordu. Aksine. Bu hal o kadar kötüydü ki, ortadan kalkmasını Marx “insanlığın kurtuluşu” mertebesinde bir büyük hedefle ilişkilendiriyordu. “Nesnel” olan buydu. İşçi sınıfının bizzat işçi olmaktan gelen bir üstünlüğe ve seçkinliğe sahip olduğunu söylemiyor, kendini kurtarmasının şart olduğu bir hayat sürdüğüne, kendini kurtarınca hepimizi de kurtarmış olacağına işaret ediyordu. Ütopyadaki “sabah balık tutup öğleden sonra eleştiri yapma” esprisi, proletaryanın mevcut konumunun tam tersiydi.
İri pazılı küçük kafalı proleter resimlerini Marx yapmadı. Görmedi de. O resimleri, işçilerin oldukları halleriyle kalmalarını, sadece kendilerine destekçi olmalarını isteyenler ve onlara hükmetmeyi hedefleyenler yaptı. Sovyetler Birliği veya başka Doğu Bloku ülkeleri, hiçbir zaman “işçi iktidarları” olmadılar.

Marksizmin prestiji

Bu süreç içinde Marx yanlışlanmadı. Yanlışları elbette vardı. Ama kurduğu teori muazzam kuvvetli temeller ve başlangıç noktaları ve yön levhaları barındırıyordu ve yanlışların ayıklanması, tespitlerin güncellenmesi, önermelerin değişen zamana uydurulması elbette mümkündü. Sağlam yaklaşımınız varsa tekil tespitlerinizi, görüşlerinizi bizzat eleştirip değiştirmeniz mümkündür ve sizi esastan uzaklaştırmaz. Ne var ki, Marx’ın yanlışı olamayacağında direten bir Marksistlik doğmuştu.

Bir zamanlar önce onu eleştirmeden iktisat konusunda laf edilemeyen, bir evrensel teorik değer ölçüsü haline gelmiş Marksizmin prestijini birden kaybetmesi, beklenmedik ve acayip bir olguydu. Kapitalist sistemin var gücüyle bu unutturma işine yüklenmesi şüphesiz rol oynadı. Ancak hiçbir kurtuluş teorisi ve siyaseti sadece hasımlarınca yok edilemez. Temsilcileri bastırılsa, ortadan kaldırılsa, görünürlüğü elden geldiğince kısıtlansa bile o bir yerlerde varlığını sürdürür, hissettirir. Marksizmin başına gelenlerin öncelikli sorumluları, yeryüzü tarihinin en eleştirel dünya görüşünden bir nevi totaliter din çıkarmış siyasetçilerdir. Bütün yeryüzü ahalisine seslenen bir kurtuluş umudu olarak sosyalizm, son olarak, Kamboçya’da, ülke nüfusunun beşte ikisini ya doğrudan öldüren ya da ölümüne yol açan Kızıl Khmer’lerle feci bir kapanış yaptı ve kurtuluş hayalleri âleminden çekildi.

Her şeye rağmen Marx’ın tarih kavrayışını ve eleştirel yaklaşımını benimseyen az sayıdaki sosyalist düşünür, Marksist dünya görüşünü değişen global kapitalizmin bambaşka teknolojilerin belirleyiciliğindeki âleminde yaşatmaya ve yeni tespit ve önermelerle zenginleştirmeye çalıştılar, çalışıyorlar. Ancak Marksist sosyalizm, bir zamanlar sahip olduğu cazibeye, ikna gücüne yeniden kavuşabilmiş değil.

Kaybedilen

Kaybı, yanlış tespitten, isabetsiz önermeden, kusurlu yöntemden ileri gelmiyor. Zira Marksizm kendi eleştirisine açık bir sistem. Kaybedilen, manevî güçtür. Stalin dehşeti, Sovyet hegemonyacılığı, Stasi, Kızıl Khmer vahşeti, komünist parti idaresinde devlet kapitalizmi (Çin), bir zamanların Üçüncü Dünya kurtuluş hareketlerinin, başarıya ulaşıp baskıcı, yoz, korkunç iktidarlara dönüşmeleri, Marksist sosyalizme inancı yok etti. En azından kitlesel olarak bir daha böyle bir inanç duyulmasını muazzam zorlaştırdı. Çünkü ahlâkî üstünlüğü ortadan kaldırdı. Kaybın manevî olduğunu kavrayabilmek “nesnel koşullar”cı sosyalist gelenek için kolay olmuyor. Ahlâkî bağlantının kopmasının anlamını kavramak da.

Hele bugünün, Marx’ınkinden çok farklı, bambaşka koşullarında. Sırf ekonomik sebeplerden ötürü her şeyin eksenine oturtulduğu zannedilen, oysa Marx’ın teorisinde çok başka bir işlev yüklenmiş olan proletarya başta olmak üzere insanlığın aşağı yukarı yarısının en tepedekiler açısından “gereksiz” hale geldiği süreci yaşıyoruz. Yapay zeka, organ üretimi, nakli, beyne müdahaleler ilerliyor. Sınıfsal eşitsizliğin yerini “biyolojik eşitsizliğin” alacağını ileri süren düşünürler var. Yoksul, uzak köşeleri hariç yeryüzü internet ağıyla bağlı, “çevrim içi” hale geldi, buna karşılık, muhtemelen bir asır bile ömrü kalmamış ulus-devletler kâh işbirliği içindeki kâh rakip baskı odakları halinde varlıklarını sürdürüyorlar. Ve… insanlığın öncü ve başat faaliyeti hâlâ silah üretimi. Birey ve toplum hayatını bütünüyle değiştiren teknolojik ürünlerin çoğu hâlâ büyük ölçüde askeriyenin artıkları sayılır.

Marx, konumunu değiştirebilir, kendini kurtarabilirse insanlığı da kurtarabilecek özneyi proletarya olarak tespit etmişti. Bugün böyle bir özne var mı? Varsa kim(ler)? Ve nasıl bir mücadeleyle kendini ve başkalarını kurtarabilecek?

Ama sanırım önce Marksizm külliyatını başarısız totaliter devletlerin kırmızı kitapları muamelesi görmekten kurtarmak gerek.

Ümit Kıvanç

(Gazete Duvar)

Bültene kayıt ol