Seçim, iktidar, muhalefet

28.02.2018 - 08:25
Ümit Kıvanç
Haberi paylaş

Türkiye gibi, birey ve vatandaş hakları, insan hakları, kamusal alan, çoğunluk-azınlık ilişkileri ve nihayet topluca demokrasi kavramı altında ifade edilen her şeye dair hassasiyeti yerlerde sürünen bir yerde bile, evet, seçim önemli. Evet, tek başına her şeye karar vermek, hiçbir yasaya, kendisininki dışında hiçbir iradeye göre davranmak, hesap vermek, hele tâbi olmak istemeyen Tayyip Erdoğan için de önemli. Bu, seçimli-parlamentolu bir rejim ve demokrasi isteyen her muhalefet için şans demek.

Şimdi seçim hazırlıyorlar. Kesin kazanacakları bir seçim. Erdoğan+AKP, olmayan yüzde ellisini, MHP olmayan yüzde onunu elde etmiş gibi sonuç alabilsinler diye. Bir düzenek kuruluyor. Seçim denen şeyin ruhunu, ana ilkesini, mantığını yok edecek bir düzenek. Rejimin normaline dönüştürülmüş OHAL’ın her defasında yeniden “oylanarak” uzatılmasına benzer türlü düzenekle, Erdoğan seçimi de pekâlâ mütemadiyen erteleyebilir, şu andaki rakipsiz muktedir konumunu sürdürebilir. Oysa ille seçim istiyor.

Niye?

İki sebeple: (1) Erdoğan şu başkanlığa kesin-net şekilde, son bir defa seçimle gelmek istiyor. Son seçim bu olsun istiyor. (2) Her şeye rağmen, seçimle gelinmeyen bir konumun -hem içeride hem dışarıda- o kadar sağlam ve kalıcı olamayacağını düşünüyor.

Niye?

Çünkü burası, her şeye rağmen, seçimli-parlamentolu bir rejimin tadını almış bir ülke. Bizzat AKP seçmeni dahil çoğunluğun, ilk tökezlemede aklının ve gönlünün yine öyle bir duruma kayacağını Erdoğan biliyor. Demokrasi ve hukuk devletinin köküne kibrit suyu dökme yarışının son hız sürmesine rağmen dünyada da iyi kötü meşruiyeti kabul edilebilir seçimle başa gelmiş bir “tek adam”san göreceğin muamele farklı. En azından henüz böyle.

Sebepler üzerinde durmamız gerekmiyor; Erdoğan’ın seçim ısrarı ortada. Seçim risktir. Ortamı bile risktir. Buna rağmen öyle istiyor.

İşte burada, siyasî alanda hiçbir umudun gözükmediği şu ortamda yegâne umut kaynağı var. Seçime girip kazanmaktan söz etmiyorum. Elbette bu da kolayca kenara atılacak konu değil, ama esas olarak, seçim diye bir şeyin olabildiğince doğru dürüst yapılabilmesi mücadelesinden, topluma “bunsuz olmayacağı”nın anlatılması uğraşından söz ediyorum.

Peki neden kendine muhalifim diyen herkes, muktedirin kendini mecbur hissettiği “oyun”da kendisi için başka türlü bir imkân görmüyor, sabah akşam bundan söz etmiyor, kolları sıvamıyor?

MUHALEFETİN YAPISAL ZAAFLARI

Çünkü bugünün Türkiye’sinde “muhalefet” olarak kabul edilen siyasî hareketler aslında rakiplerini-hasımlarını teğet geçmeyen, özellikle onları destekleyen insanlara “dokunan” bir hat izlemediler hiçbir zaman. “Seçim” denen mekanizmanın odağında, birilerinin, ama aklını, ama gönlünü, her hâlükârda oyunu kazanmak var. İkna var. İzahat var. Her şeyden önce, konuşabilme, dokunabilme var. Hattâ biri çıkıp şöyle diyebilir: Zaten siyasî mücadele dediğiniz bundan başka nedir ki!

Türkiye’de bugün muhalefet dediğimiz kesimin ana gövdesi:

(1) İktidarı -hükümeti değil!- kaybedene kadar kendini çoğunluk kabul ederek yaşadı.

(2) Çoğunluk olmadığını hissettiği anlarda -aslında biliyordu- kendi dışındaki güçlere, gereğinde demokrasiyi iptal eden orduya, gereğinde hukuku iptal eden -özellikle yüksek- yargıya güvendi. Bu yüzden genellikle sevmediği sağcı siyasetçilerin elindeki hükümeti hiçbir zaman yeterince önemsemedi. Bu yüzden hukukun herkesin gözünde iktidar sahiplerinin elindeki sopa gibi algılanmasını da önemsemedi. Berikiler şimdi bu yüzden, hukukun yok edilmesi gibi bir faciayı yalnız sopanın el değiştirmesi olarak görebiliyorlar.

(3) Şimdinin muhalefetinin esas kitlesi, dolayısıyla karşı tarafa yönelik bir ikna-propaganda faaliyetini hiçbir zaman tasarlamadı, yürütmedi, bunun nasıl yapılacağını bile bilmiyor. İşin kötüsü, bu kesimin pekâlâ tecrübeli sayılacak temsilcileri, siyasetçileri de bilmiyor. Hak arama mücadelesini, baskıya direnmeyi de pek bilmiyorlar.

(4) Muhalefetin ana gövdesinin kendine özgü, iki düzeyli ırkçılığı var. Biri, aslında karşı tarafın önemli kısmıyla paylaştığı Türk ırkçılığı. Böylece memleketin bütün öbür sorunlarının anahtarı konumundaki Kürt sorununun çözülmesi için ehliyet sahibi olmak şöyle dursun, bizzat böyle bir çözümün önündeki engellerden biri konumunda bulunuyor. Öbür ırkçılık, alt sınıftan, “cahil halk”tan, “gerici”lerden nefretten beslenen bir tür “devletin sahipliği” ırkçılığı. Dolayısıyla, muhalefet yalnız karşı tarafa nasıl sesleneceğini, güven vereceğini, onunla birlikte daha iyi bir hayat kurabileceğine onu nasıl inandırabileceğini bilmemekle kalmıyor. Aynı zamanda bunu istemiyor da. Basitçe, hoşlanmıyor onlardan! Türkiye’de en az ele alınmış, en çok hafife alınmış, gayet ciddî, temelde yatan sorunlardan biri bu, bir nevi sınıfsal ırkçılık. Bu tür bütün hastalıklarda görüldüğü üzre, hasta hastalığının farkında değil.

(5) Muhalefetin kalabalık olmayan, buna karşılık daha aktif, daha cesur, siyasî mücadeleye daha yatkın ve alışkın kısmı, iş oya geldiğinde ağırlığı olmadığını biliyor. Bunun sonucu olarak oylamaya dayalı işlerden uzak durmaya özen gösteriyor. Bunu meşru kılacak bir “kültür” yaratıldı; bu kültür, kimseye seslenmeden, kendinden farklı kimseyle hiçbir özel-somut hedef için bir araya gelmeden, “elini kirletmeden”, yalnız kendinin ne olduğunu, neye dair ne düşündüğünü tekrarlayarak, bir nevi kimlik göstererek durmanın siyaset yapmak anlamına geldiği yanılsamasını içeriyor.

(6) Söz konusu kültürde, aynı zamanda yerleşik CHP kültürüyle de paylaşılan, devlet iktidarından farklı bir iktidar kavramı yer alıyor. Memleket iktidarının ele geçirilmesi -en azından bugüne kadar ve askerî darbeler dışında- seçim kazanmayı gerektirdiğinden ve burada bir şans görülmediğinden, iktidar, esas olarak, muhalefet içi iktidar olarak tanımlanıyor ve elde edilebilir oluyor. Muhalefet çemberi kimi normal kimi bu iş için özel olarak icat edilen, çeşitli ayrıştırıcı ölçütlerle daraltıldıkça, hedeflenen iktidar daha bir elini uzatsan dokunulabilir hale geliyor. Bu yüzden, muhalefet içi iktidara yönelik mücadelede epeyce aktif-pozitif siyaset yapılırken, ülke iktidarına karşı hemen sadece olası negatif etkiler, “direniş” düşünülüyor. Direniş çoğu zaman gerekli, yararlı, özgürleştirici, hattâ zaman zaman yarı kutsal sayılabilecek bir tutum. Ama adı üstünde, birilerinin yapmaya çalıştığı bir şeylere direniliyor. Kendi koyduğun bir hedefe ulaşmak için, yanında olmayan birilerini kazanmak için verdiğin siyasî mücadelenin adı değil, direniş.

Bu defa sahiden öğrenmeli...

Mevcut muhalefet yapısının bugünkü gidişatı değiştirme kapasitesini sınırlandıran, zaafa uğratan bu özelliklerini varolan umutsuzluğa umutsuzluk katmak için sıralamıyorum. Nâçizâne, basitçe, “böyle olmaz” demeye çabalıyorum. Muhalefet zihniyetini değiştirebilsek, önümüzde imkân var.

Seçim hâlâ önemli bir kurum. Türkiye gibi, birey ve vatandaş hakları, insan hakları, kamusal alan, çoğunluk-azınlık ilişkileri ve nihayet topluca demokrasi kavramı altında ifade edilen her şeye dair hassasiyeti yerlerde sürünen bir yerde bile, evet, seçim önemli. Evet, tek başına her şeye karar vermek, hiçbir yasaya, kendisininki dışında hiçbir iradeye göre davranmak, hesap vermek, hele tâbi olmak istemeyen Tayyip Erdoğan için de önemli. Yarın sabah hepimizi ortadan kaldırabilecekmiş gibi davranan Erdoğan+AKP+Teşkilatı Mahsusa iktidarı, ne yapıp edip seçimlerde kazanmak istiyor.

Bu, seçimli-parlamentolu bir rejim ve demokrasi isteyen her muhalefet için şans demek. Her şey bitmedi, demek. “Kaba kuvvetle bir yere kadar”ın kaba kuvvet sahiplerince de biliniyor ve bundan çekiniliyor olması demek.

Böyle bir imkândan yararlanabilmenin, uğraşmak, didinmek, yani emek ve cesaret dışında tek koşulu var: Karşı taraftan birilerini ikna edip kendi safına çekmenin mecburiyet, karşı tarafa seslenmenin kaçınılmaz olduğunu nihayet idrak etmek. Bunun sonucu olarak, karşı tarafa, onun hiç değilse sonucu değiştirebilecek kadar olan kısmına da câzip görünecek bir müstakbel ortak hayat tasavvuru sunabilmek.

Muhalefetin kendine sorması gereken hayatî soru şu: Karşı tarafa seslenmeye niyetim var mı? Sonra da şu geliyor: Seslenmezsem herhangi bir şeyi değiştirme şansım var mı?

Ordunun silkinip eski kimliğini kazanmasını ve “bunları” alt edip “çağdaş Türkiye”yi yeniden kurmasını bekleyenleri “demokratik muhalefet”in parçası saymaktan vazgeçmek belki ilk adım olabilir. Buna hazırlık mahiyetinde, “yüzde 60 bloku” diye bir şeyin olmadığını, olacaksa burada MHP’nin yeri olamayacağını sindirmeye girişmek yararlı olabilir. (Evet, hâlâ! Çünkü hâlâ MHP’yi “ihanet”le suçlayan muhalif var.)

Fakat tabiî her şeyden önce, bugünkü iktidarın varolabilmek için ortadan kaldırdığı, varlığını sürdürmek için dirilmelerini engellemek zorunda olduğu demokrasi ve hukuk kavramlarını esas alan bir siyasetin mümkün, zorunlu, hattâ mevcut fecaatten tek çıkış imkânı olduğunu hatırlamak ya da daha dürüst davranıp bu defa sahiden öğrenmek gerekiyor.

Hâlihazırda Türkiye’deki hiçbir siyasî aktörün kendine, seçmene, demokrasi ve hukuk kavramlarına güven(e)meyişini sorun eden Kemal Can, Cumhuriyet’teki çok önemli yazısında şöyle diyor:

“Demokrasi, çoğulculuk gibi bir iddianın, en azından umudunun devam ettirilmesinin alınacak sonuçtan daha önemli olduğu durumlarda, seçim dahil her türlü siyasi hareketlenme bir imkân olarak kullanılabilir. Adaletsiz bir seçim haksızlığın görünür hale getirilmesi, otoriter müdahaleler baskının deşifre edilmesi için zemin yaratabilir, itirazın örgütlenmesine yarayabilir. Bir iktidarı hile veya baskıdan başka yolla istediği sonucu alamayacak hale getirmek, ‘Pirus zaferi’ne mecbur bırakmak azımsanacak bir şey değildir.”

Can, kendini muhalif sayan siyasetçilerin şu sırada neyle meşgûl olması gerektiğini de ortaya koyuyor: “Siyaseti yeniden özgürlük, eşitlik ve demokrasinin mücadele alanı haline getirecek; taktik çıkarlar yerine etik ve tutarlı ‘kurallar’ zeminini savunacak bir dil-eylem pratiği…”

Hem “etik” hem “tutarlı” hem de ikisi birarada! Hem de hukuk! Hem de demokrasi! Kemal de muhalefetten çok şey istiyor… Bari bir de Kürt sorununu falan işine içine karıştırsaydı!.. Ne yaparsınız ki, başka çare yok.

Dünyada hiçbir faşizan-otoriter siyasî hareket, hele muktedir konumdayken ve arkasında kitle desteği varken, muhaliflerine daha iyi davranmadı, daha hoşgörülü olmadı, daha fazla merhamet göstermedi. Dürüst de olmadı. Totaliter eğilimli bütün rejimler, istisnasız, hep dış düşman ve savaş “imkânı” arayışında oldular, fırsat bulduklarında da savaşın imkân verdiği seferberlik atmosferi içerisinde toplumu, içinden aykırı ses çıkaramaz, muhalif üretemez hale getirmeye çalıştılar. Bugün bizim halimizi başka yerlerdeki benzer süreçlerden farklı kılan, iktidarın değil muhalefetin karakteridir.

Ümit Kıvanç

(Gazete Duvar)

Bültene kayıt ol