‘Patlama ânı gazeteciliği’nin Afrin’deki hali

26.02.2018 - 09:24
Alper Görmüş
Haberi paylaş

‘Patlama ânı gazeteciliği’, süreçleri izlemeyen, o süreçler ancak nihai noktalarına yaklaşırken, hatta çoğu kez 'patlama' ânında olaya dahil olan bir gazetecilik türü... Medyanın sadece kendi yetersizliklerinden ve problemlerinden kaynaklanan ‘patlama ânı gazeteciliği’ türünde, gazeteciler birçok önemli gelişmeyi farkında bile olmadan ıskaladıkları için, süreç işbâ noktasına ulaşıp da patladığında samimiyetle afallarlar. Fakat süreçleri, algıladıkları baskı nedeniyle izlemedikleri (izleyemedikleri) durumlarda hiç şaşırmazlar! Çünkü neyin nereye gideceğini bilmekte fakat yazamamaktadırlar! Afrin haberlerinde olduğu gibi...

‘Patlama ânı gazeteciliği’, Türk gazeteciliğinin olağan hallerinden birini tanımlamak için ilk kez 17-18 yıl önce kullandığım ve o günden bugüne sık sık müracaat ettiğim bir kavram; evet, ‘sık sık’, çünkü bu kavram Türk gazeteciliğinin örneğini ‘sık sık’ sergilediği kendine has bir gazetecilik türünü anlatmak için gayet işlevsel bir içeriğe sahip...

‘Patlama ânı gazeteciliği’ni, süreçleri izlemeyen, o süreçler ancak nihai noktalarına yaklaşırken, hatta çoğu kez 'patlama' ânında olaya dahil olan bir gazetecilik türünü anlatmak için kullanıyorum.

Sorun doğal olarak en çok, medyanın olanı biteni izlemekte en iştahsız olduğu alanlarda ortaya çıkıyor ve elbette bu alanların başında da Kürt sorunu geliyor. Nitekim ben de

‘Patlama ânı gazeteciliği’ kavramını ilk kez eski Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ın cenaze törenine (25 Ocak 2001) Kürtlerin kitlesel kalabalıklarla katılması karşısında şaşkınlığa düşen medyanın halini anlamlandırmaya çalışırken kullanmıştım.

Medya, Gaffar Okkan’ın cenazesinde neden çok şaşırmıştı?

Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, 24 Ocak 2001'de uğradığı suikast sonrası hayatını kaybetmişti. Okkan'ın cenaze törenine Diyarbakırlıların gösterdiği olağanüstü ilgi bütün medyayı şaşkına çevirmişti. Gazeteler ve köşe yazarları, ertesi günden itibaren bu ‘olağanüstü durumun’ nedenlerini araştırmaya koyuldular.

Oysa ‘patlama ânının’ öncesini, yani süreci izleyen bir gazetecilik için ortada şaşıracak hiçbir şey yoktu. Gaffar Okkan, Kürtlerin kendilerini eşit yurttaş hissetmeleri için samimiyetle gayret gösteren ‘aykırı’ bir emniyet müdürüydü. Okkan, yaşamı gibi ölümüyle de ‘birleştirici’ bir rol oynamış, döneminde Diyarbakır'da oluşan barış ve sükûnet ortamı cenazesinde de sürmüştü. Medya, ‘ora’yla ancak hayatını kaybeden askerler ve ‘etkisiz hale getirilen’ PKK'lıların sayısı  bağlamında ilgilendiği için bu ‘havayı’ ancak Okkan'ın cenazesinde algılayabilmişti.

Birinci neden: Gazeteciliğin kendi problemleri

‘Patlama ânı gazeteciliği’nin başlıca iki nedeninden (kaynağından) söz edebiliriz...

Birinci neden, Türk gazeteciliğinin kalitesiyle, tecrübesiyle ve onların bir türevi olan alışkanlıklarıyla bağlantılı... ‘Patlama ânı gazeteciliği’ bu çerçevede fazla çalışkan olmayan, merakı kıt, fikri takip sorunları yüksek bir gazeteciliğin yarattığı bir tür olarak çıkıyor karşımıza; burada bir dış baskı söz konusu değil.

Gaffar Okkan örneğinde neden bir dış baskıdan (devlet baskısından) söz edemeyiz? Çünkü öyle bir emniyet müdürünü Diyarbakır’a atayan bir devlet, onun bölgede yarattığı olumlu havanın medya üzerinden dalga dalga bütün ülkeye yayılmasını isterdi ve bunu medyadan beklerdi. (Tam bu noktada haklı olarak sorabilirsiniz: ‘Medya, anlattığınız nedenlerle süreci izlememiş olabilir, fakat devlet neden her zaman yaptığı şeyi yapmayıp medyayı kullanarak bu örneğin yurt çapında bilinmesini sağlamadı o zaman?’

Gaffar Okkan’ın feci akıbetini düşününce cevap olarak benim aklıma şu geliyor: Devlet, öyle bir örneğin kamuoyunun ‘gözüne sokulması’nın Gaffar Okkan için hayati bir tehlike yaratacağını düşündüğü için, Diyarbakır’ın ardından başka illere de yaygınlaştırmaya çalışacağı bir pratiğin böylece başlamadan boğulmasını engellemek için süreci göze batmadan sürdürmek istemiş olabilir.)

Bu biçimiyle, ideolojileri ya da iktidar karşısındaki pozisyonları ne olursa olsun, Türkiye'deki 'reel' gazeteciliklerin hiçbirinin dışında kalamadığı bir sorundan söz ediyoruz.

İkinci neden: Devletten medyaya yol haritaları

Medyanın herhangi bir dış baskı algılamadığı, sadece kendi yetersizliklerinden ve problemlerinden kaynaklanan ‘patlama ânı gazeteciliği’ türünde gazeteciler birçok önemli gelişmeyi farkında bile olmadan ıskaladıkları için, süreç işbâ noktasına ulaşıp da patladığında samimiyetle afallarlar (Gaffar Okkan örneği).

Fakat süreçleri, devletin baskısı nedeniyle izlemedikleri (izleyemedikleri) durumlarda hiç şaşırmazlar! Çünkü neyin nereye gideceğini bilmektedirler ve fakat yazamamaktadırlar!

‘Patlama ânı gazeteciliği’nin bu türünün, kendisini kamuoyunu bilgilendirmekten çok devletin kendisinden isteklerini yerine getirmekle görevli sayan bir gazetecilik anlayışına has olduğunu sanırım söylemeye bile gerek yok.

‘Patlama ânı gazeteciliği’nin bu türünün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Afrin’e müdahalesi çerçevesinde nasıl işlediğini birkaç somut haber üzerinden anlamaya çalışalım...

Afrin’e ‘giremeyen’ rejim güçlerinin direnci ‘patladığında’?

19 Şubat günü akşam saatlerinde (17:00 civarında) Türk televizyonlarında yayımlanan, görüntülerle de desteklenen bir habere göre, Suriye rejimine bağlı güçlerden oluşan ve ağır silahlarla donatılmış bir konvoy Afrin’in güneyinden girerek kent merkezine doğru ilerlemeye başlamıştı.

Haber, Türkiye’nin Rusya ve İran’la Astana’da ulaştığı anlaşmaya göre ‘imkânsız’ bir gelişmeye işaret ettiği ve Türkiye’nin Suriye ile doğrudan çatışmasını ihtimal dahiline soktuğu için kamuoyunda büyük bir kaygıya yol açtı. Birdenbire nereden çıkmıştı böyle bir şey?

Haberin ‘birdenbire’lik özelliği kamuoyu için doğruydu fakat gazeteciler için değildi. Çünkü onlar on güne yakın bir süredir PYD / YPG’nin rejimle yürüttükleri pazarlıkları biliyorlar fakat bunu haberleştiremiyorlardı. (Aksi takdirde 21 Ocak’ta Başbakan Binali Yıldırım’ın kendilerine ilettiği 15 maddelik ‘Zeytin Dalı harekâtında izlenecek haber stratejisi’nin ilgili maddesine aykırı davranmış olacaklardı: “Karşı taraf adına istihbari bilgi içeren detaylara girilmemesi...”)

Reuters’in haberi de aynı nedenle ıskalanıyor...

Toplumun bilme hakkını önemseyen ve kendini bu hususta görevli sayan bir gazetecilik, hiç değilse haberin Türk televizyonlarındaki mecburi ‘patlamasından’ (19 Şubat akşamı) bir gün öncesinde saygın uluslararası kanal Reuters’in verdiği ‘rejim güçleri peyderpey Afrin’e giriyor’ haberini okurlarından mahrum etmezdi. Fakat hayır, 19 Şubat sabahı haber bültenlerinde Fox TV hariç, bu önemli habere hiç kimse itibar etmedi. (15 maddelik medya yol haritasının “Uluslararası haber kaynaklarının Türkiye aleyhine yapacağı haberleri yansıtırken Türkiye’nin milli menfaatlerinin gözetilmesi” maddesi uyarınca...)

Nereye kadar? Aynı akşam Afrin’e giden konvoyun görüntüleri rejim tarafından servis edildiği ve Türk hükümeti yetkilileri açıklamalarda bulunduğu için haberin televizyonlardaki mecburi ‘patlayışına’ kadar...

Haberleri Türk medyasından alan biri için durum şu anda ise şöyle: Afrin’e gitmek isteyen rejim güçlerine ait bütün konvoylar vurulduğu için orada PYD / YPG dışında başka güç yoktur.

Türk medyasına göre durum böyle de, uluslararası medya, Afrin’e törenle giren silahlı rejim güçlerinin ellerinde Suriye bayrakları ve Esad fotoğrafları olmak suretiyle çektirdikleri fotoğraflar ve filmlerle dolu. Bunların bir bölümünde de Öcalan ve Esad’ın yanyana fotoğrafları görülüyor.

Afrin’e ‘giremeyen’ rejim güçlerinin direnci ‘patladığında’ Türk medyası tabii ki şaşırmayacak, çünkü neler olup bittiğini biliyor, sadece yazamıyor.

Suriye’deki ateşkes Afrin’i etkiler mi?

'Afrin’e giren rejim güçleri’ haberini hiç sektirmeden bir başka ‘cız’ haber izledi: Suriye’de bir aylık ateşkes ihtimali... Merak edilen soru şuydu: Birleşmiş Milletler’de (BM) oylanacak ‘Suriye’de ateşkes’ karar tasarısında olumlu bir sonuç çıkarsa, bu karar TSK’nın Afrin’deki operasyonunu da kapsar mıydı?

Bu soru insanların kafalarında vardı fakat hiç kuşkusuz kafalarında aynı soru olan gazetecilerin haberlerine bir türlü yansımıyordu. 15 maddelik Zeytin Dalı listesinde doğrudan buna dair bir madde yoktu ama, muhtemelen gazeteciler bu ihtimali deşmeyi ‘şuyuu vukuundan beter’ sayıp ‘cız’ haber muamelesi yapmışlar ve hiç bulaşmamayı tercih etmişlerdi.

Oylamadan önce, Türk gazetecilerin çok iyi takip ettiğini bildiğimiz Barzani’ye yakın Kürt sitesi Rudaw’ın ilgili haberi de muhtemelen aynı nedenle ıskalanmıştı: Habere göre, Rudaw’a konuşan tasarının iki sahibinden biri Kuveyt'in BM Temsilcisi Mansur El Uteybi, “Suriye'nin tamamında şiddetin durdurması çağrısında bulunuyoruz. Suriye'nin bütün bölgelerinden bahsediyoruz” demişti. (Tasarının kabulünden sonra Rusya'nın BM Daimi Temsilcisi Vassily Nebenzia da Güvenlik Konseyi'nde alınan ateşkes kararının bütün Suriye'yi kapsadığını söyledi. Ben bu yazıyı yazarken, YPG de açıklanan ateşkese Afrin’de uyacağını açıkladı.)

Türkiye tarafı, ateşkesin Afrin’le hiçbir ilişkisinin olmadığını düşünüyor ve bu doğrultuda diplomasi yürütüyor. Belki de Türkiye tezini kabul ettirecek ve Afrin’deki harekât sürecek.

Peki ya tersi olur da BM, Türkiye’yi de ateşkese zorlarsa? İşte o zaman ‘patlama ânı gazeteciliği’nin arabasına binmekle yetinenler büyük bir şaşkınlığa uğrayacak. Çünkü böyle bir gelişmenin mümkün olduğunu imâ eden gelişmelerin hiçbirinden haberleri yok!

Alper Görmüş

[email protected]

(Serbestiyet)

Bültene kayıt ol