Taştan putlar yıkılırken... Düşünceden putlar taşlaşırken...

18.09.2017 - 07:56
Alper Görmüş
Haberi paylaş

Cumhurbaşkanı Erdoğan, birkaç belediyenin heykel ve masklarını yapmasına karşı çıktı ve “Bunlar bizim değerlerimize ters, lütfen bu yanlışlara tevessül etmesinler” dedi.

Erdoğan bu işin önünü almasaydı ne olacağını tahmin edebiliriz: Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) mensubu belediyeler memleketi Cumhurbaşkanı’nın heykel ve masklarıyla dolduracaklardı. Fakat şimdi ne olacağını da kolayca tahmin edebiliriz: Bir daha hiç kimse bu işe “tevessül” etmeyecek.

Bir insanın, öznesi kendisi olan ve gıyabında kotarılmış bir uygulamayla ilgili olarak, değerlerine aykırı olduğu gerekçesiyle böyle bir ricada bulunmasında ve onu sevenlerin o ricayı yerine getirilmesinde hiçbir sorun yok. Fakat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ileri sürdüğü her düşünceyi, her öneriyi ve bütün tavırlarını otomatik olarak benimseyenlerin, o düşünce, öneri ve tavırlara eleştirel bir dille yaklaşanlara dünyayı dar etmelerinde büyük bir sorun var.

Erdoğan’ın ricasına uygun biçimde heykel ve masklarının parçalanmasıyla, başından beri Erdoğan’ı ve AK Parti’yi savunmuş, en son “başkanlık” referandumunda “evet” diyeceğini beyan etmiş yazar Hakan Albayrak’ın Erdoğan’ı eleştirileri nedeniyle “parçalanması”nın aynı günlere rastlaması, şu ilginç kıyaslamayı mümkün hale getirdi: Erdoğan’ın taştan putları yıkılırken, Erdoğan’ın düşüncelerinden oluşturulmuş putlar taşlaşıyor.

Erdoğan’ı “esirgeyerek” yapılan eleştiriler

AK Parti’yi ve Erdoğan’ı baştan beri destekleyen muhafazakâr yazarların bir bölümü bir süredir Türkiye’deki demokrasi, ifade özgürlüğü ve eleştiriye tahammülsüzlük konularındaki endişelerine dair yazılar yazıyorlar. Fakat bu yazılar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı “esirgeyen”, sorunların başka yerlerden kaynaklandığını savunan yazılardı.

Bu çerçevede, hepsini temsilen İsmail Kılıçarslan’ın, başlığıyla da (Çok bunaldık be reis) sembolik diyebileceğimiz yazısından birkaç paragrafı hatırlamak isabetli olur:

“(...) Sadece bu kadarcık bir itirazı yükselttiğimizde dahi 'ama biz senin zaten hocacı olduğunu biliyorduk aşağılık pis hain' yaftasıyla yaftalanacak olmaktan ve bununla mücadele etmekten çok bunaldık. Kendilerinin geçmişte neler yazdığını çok iyi bildiğimiz ve 'insandır, değişir' dediğimiz bazılarının her seferinde 'ama bu adam Gezi'de şunları yazmıştı, FETÖ meselesinde bunları yazmıştı' diyerek kırpılmış tweetlerden oluşan bir seçkiyle af buyur 'gavura saldırır gibi' üzerimize saldırmalarından, ağızlarından salyalar akıtarak 'alayınız hainsiniz, bir tek biz en hakiki öz reisçiyiz' diyerek terör estirmelerinden çok bunaldık be reis.” (Yeni Şafak, 21 Ocak 2017).

Sütre gerisinden yapılmayan ilk eleştiri

Hakan Albayrak’ın iki yazıda (Karar, 11 ve 14 Eylül) ifadesini bulan eleştirileri, muhafazakâr yazarların bir bölümünün yürüttüğü “gidişat” eleştirileri arasında, odağa doğrudan doğruya Erdoğan’ı koyan ilk eleştiri olması özelliğiyle bir milat sayılmalı. Albayrak’ın yazısının bu niteliğini anlayabilmek için şu birkaç satır yeterli olacaktır:

“Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), adı üstünde, her şeyden evvel adalet için kurulmuştu. Ne var ki bugün AK Parti iktidarında adalet fena halde yaralı.

“Özgürlükçülük de AK Parti’nin başlıca iddiaları arasındaydı.

Ne var ki bugün AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın beğenmediği fikirleri özgürce savunmakta ısrar edenler -AK Parti’li de olsalar- AK Parti medyasında barındırılmıyor, hatta Hürriyet gazetesinden bile kovdurulabiliyor.

“(...) Bugün Erdoğan’ın söylem ve eylemlerini sorgulamak, ‘Reis’in fikirleriyle çelişen fikirler ileri sürmek, parti ve hükümette kolayca tasfiye sebebi olabiliyor.

“Erdoğan daima ‘Gurur, kibir bize yakışmaz’ diyor, ‘tevazu ehli’ olmanın gereğine işaret ediyor. Ne var ki ‘Sen kimsin?’i, ‘Haddini bil!’i de dilinden düşürmüyor. Yağmurlarda beraber ıslandığı kimseleri bile bu şekilde tahkir etmekte beis görmüyor.” (AK Parti çevrelerinde yükselen tepkiKarar, 11 Eylül 2017).

Muhtevaya aldıran yok

Yazıya, muhafazakâr yazarların “ölümüne Erdoğan” cenahının gösterdiği tepkilerin ortak özelliği, Albayrak’ın eleştirilerinin içeriğini göğüslemek, onlara cevap vermek gibi bir kaygılarının olmamasıydı. Mesela “hayır, adalet yaralı değil” denmiyordu, mesela “hayır, Erdoğan’ın beğenmediği yazarlar da AK Parti medyasında yazabiliyor” denmiyordu, mesela “hayır, Erdoğan hiç kimseye ‘haddini bil, sen kimsin’ diye hitap etmiyor, etse bile ne var bunda” denmiyordu... Tam tersine, Albayrak’a gösterilen tepkiler “sen kimsin” kıvamındaydı ve onun “dost görünümü”nün altında yatan “gerçek kimliği”ni fâş etmeye yönelikti.

Bu son tartışmanın bir kez daha gösterdiği gibi, bir kişinin “AK Partili” ya da “AK Parti dostu” olabilmesinin artık tek bir ölçüsü var: Reis’in bütün önerilerini, bütün düşüncelerini ve bütün tavırlarını “ama”sız, otomatik bir biçimde onaylamak.

Böyle bir siyasi organizma ve onun iktidarında çoğulcu bir demokrasinin imkânı olabilir mi?

“Organik lider” var, gam yok!

Buralara nasıl gelindi?

Geçtiğimiz yıl, AK Parti milletvekili Markar Esayan’la “yerli ve milli” siyaset üzerine bir tartışma yürütmüştük. Ben o tartışmada, bu siyasetin kaçınılmaz biçimde mevcut ifade özgürlüğü ve demokrasi sorunlarını daha da büyüteceğini savunurken Esayan yanıldığımı söylüyordu. Yanılgımın nedeni, Erdoğan’ın liderliğinin özel niteliğini kavrayamamdı. Esayan’a göre, iktidarın ve liderliğinin yapısı gereği, oradan neş’et eden herhangi bir siyasetin sorun üretmesi mümkün değildi, dolayısıyla “millîlik” de apriori “doğru” bir siyasetti:

“(...) Çünkü Erdoğan, kolektif bir halk hareketinin, orta sınıflaşmaya dayanan bir sosyolojinin, meşru siyasi mücadeleye (seçimler) dayalı başarıların toplamından oluşan bir hareketin organik lideridir. Gücü ve özelliği; toplumu nesne değil özne görmesinde, siyasetini tabanın taleplerine göre oluşturmasında yatar.”

Bence bütün sorun işte bu “lider” anlayışında yatıyor. Böyle bir liderin yanılabileceğini düşünmek bazılarına “akıl dışı” görünebilir gerçekten... Sonuçta, toplumun çıkarlarının nerede olduğunu bilen ve ona uygun siyasetler geliştiren bir “siyasi akıl”la karşı karşıyayız çünkü.

Fakat bu liderlik anlayışı, 1950’lerde greve kalkışan Doğu Alman işçilerinin eylemini -“zaten onlar Komünist Parti üzerinden iktidarda oldukları için”- akıl dışı bulan ve eylemlerle, “işçi sınıfı kendi kendisine karşı grev yapıyor” diye dalga geçen Komünist Partisi “liderliğini” hatırlatmıyor mu?

Alper Görmüş

[email protected]

(Serbestiyet)

Bültene kayıt ol