‘İki Türkiye’yi aşacak asgari demokrat zihniyet oluştu mu?

04.08.2017 - 12:15
Alper Görmüş
Haberi paylaş

Türkiye’nin ikiye bölünmüşlüğü o kadar uzun sürdü ve süreç o kadar büyük öfkeler biriktirdi ki, şimdi artık çok az insan bunun nihayetinde tarihsel, geçici bir durum olduğuna inanıyor. “İki Türkiye”yi ezelden gelip ebede gidecek bir süreç olarak algılamak, ülkenin ikiye bölünmüşlüğünün önünde çok büyük bir psikolojik engel oluşturuyor. İyimser bir görüş ise, sürecin sonunun yaklaştığını müjdeliyor.

Geçtiğimiz günlerde gündemin ilk sıralarına yerleşen iki olayın (Atatürk heykeline tahrayla saldırı ve bir güvenlikçinin Maçka parkında kıyafetini “uygun bulmadığı” bir kadını parktan çıkarması) provokasyon olup olmaması çok da önemli değil. Önemli olan, bu olayların Türkiye’nin laik-modern sosyolojisinde yarattığı infial... Her iki olay da, Türkiye’nin yarısının, diğer yarısının iktidarından ne kadar korktuğunu bir kez daha gösterdi. (Eskiden beri yazdığım gibi bu korkuya yer yer öfkenin ve hatta nefretin de eşlik etmesi, sadece bir sosyolojinin öbür sosyolojiye yönelik olumsuz duygusunun ne kadar köklü ve sert olduğunu gösterir.)

15 yıl öncesine ve daha öncesine gidip de tabloyu ters çevirdiğimizde aynı korkuyu, infiali, yer yer öfkeyi ve hatta nefreti tersinden yaşayan bir başka Türkiye’yle karşılaşıyoruz.

Türkiye’nin “İki Türkiye” haliyle bizi bir kez daha yüzleştiren bu iki olay bana, son günlerde bu meseleyi ele alan iki yazarı ve yazılarını hatırlattı. Bunlardan biri Erkan Koca, öbürü Şükrü Hanioğlu... 

Erkan Koca’nın anlattığı yeni, demokrat sağ...

Serbestiyet’te daha çok yazmasından büyük bir memnuniyet duyacağım Erkan Koca son zamanlarda muhafazakârlık ve muhafazakâr aydınlar üzerine bir dizi ufuk açıcı yazı kaleme aldı. Koca, bunlardan Partizan muhafazakarlık ve yeni sağ arayış (12 Temmuz) başlıklı yazısında esas olarak “Muhafazakar kesimin içinde bir süreden beri yaşanan son derece sağlıklı yeni sağ arayışlar” üzerinde duruyordu.

Koca’ya göre bu sağ, “bireye gösterdiği saygıya bağlı olarak her alanda belli ölçüde serbestlikten ve özgürlükten yana bir tutum takınabiliyor. Daha demokrat ve siyasal hayatın içinde açıkça konuşamayıp zamanı gelinceye kadar içine atarak yutkunduğu gizli bir gündemi yok gibi gözüküyor. Daha açık, kendinden daha emin ve daha yerli. Siyasal özne daha belirgin. Batılı olanla sembolik bir karşıtlık ilişkisi kurmaksızın tarihsellik içerisinde mesafeli bir yakınlıktan yana bir tutum izliyor.”

İlaveten: “(Bu) Partizanlıktan uzak, ülkenin gerçek sorunlarına dönük demokrat yeni sağ siyaset arayışı sadece yukarılarda bir yerlerde değil -belki çok daha önemli bir şekilde- gündelik hayatın küçük mahfillerinde heyecanla dile getiriliyor.”

Ben bu tespitleri ancak ve sadece sezgisel olarak doğrulayabilirim: Bana da öyle geliyor ve inşallah da öyledir.

Karşılıklı öfke boşaldı mı?

Erkan Koca ana temasını ayrıntılandırırken, analizine seküler kesimleri de katarak sözü “iki Türkiye” meselesine getiriyor ve yine iyimser bir tespitte bulunuyor:

“Görünen o ki Cumhuriyet sonrası devlet gücünü ardına alan tektipleştirici seküler anlayış zaman içerisinde tam zıttına bir muhafazakarlığın ortaya çıkmasına neden oldu. Ülkenin tarihsel seyrinde birer kırılma olarak görülebilecek her iki siyasal hareket de içindeki öfkeli enerjiyi attıktan sonra şimdi daha gerçek ve daha içeriden bir siyaset konuşmak için yeni bir demokrat zemin ortaya çıkıyor.”

Ben bu yazıda, işte bu iyimser tespite dair düşüncelerimi ve rezervlerimi tartışmak istiyorum. Beni buna biraz da Şükrü Hanioğlu’nun Sabah gazetesindeki 30 Temmuz tarihli ’İki Türkiye’ nasıl ayrıştı ve kutuplaştı başlıklı yazısı kışkırttı.

Bir nevi “dehşet dengesi”

Hanioğlu, yazısında Türkiye’deki kutuplaşmanın tarihini kısaca aktardıktan sonra bu arka planın, sorunun çözümünü nasıl güçleştirdiğini ele alıyor. Yazar, iki kutbu birbirine yaklaştıracak demokrat bir zemin olmaksızın yol alınamayacağını kabul etmekle birlikte, böyle bir zeminin  oluşmaya başladığı hususunda o kadar da iyimser değil. Öte yandan, “iki Türkiye” arasındaki gerilimin bu kadar uzun sürmesine rağmen birinin diğerini tam olarak bastıramadığına dair tespiti de dikkate değer:

“Türkiye'deki kutuplaşmanın zannedildiği gibi Osmanlı modernleşmesi ile başlayan ‘ezelî’ bir ayrışma olmaktan ziyade Cumhuriyet sonrasında yaşanan ucu açık bir süreç olduğu yorumu yapılabilir. ‘İki Türkiye’ bir kırılma noktasına ulaşamadan çatışmayı sürdürmüş, siyasal iktidarı kullanarak karşıt kutbun sesini kısmış, buna karşılık, farklılıklarını koruyarak içinde beraberce yaşayabilecekleri ‘Bir Türkiye’ sentezine ulaşamamıştır.”

“(...) ‘İki Türkiye’ bir asra yakın bir süreden beri kıyasıya çatışmakta, ‘siyasal iktidar’ı kullanarak diğerine kendi dünya görüşü ve yaşam biçimini dayatma teşebbüsünde bulunmakta, kendisine benzer ‘nesiller’ yaratmaya gayret etmekte, buna karşılık, kemikleşmiş kutuplardan birisi diğerini marjinalleştirecek bir kırılma noktasına ulaşamamaktadır.”

Türkiye’deki laik ve muhafazakâr sosyolojilerin birbirlerine karşı besledikleri öfke ve husumetin yoğunluğunu düşününce, gücü eline geçirenin diğerini tamamen “silmek” için harekete geçmemesini anlamak kolay olmayabilir. Hanioğlu’nun yaklaşımı iktidarların neden böyle davranmadıkları, neden sahip oldukları büyük öfkeyle uyumlu çok daha sert politikalar izle(ye)mediklerini anlama çabasında epeyce işlevsel görünüyor: İktidarlar isteseler de bunu yapamıyorlar, çünkü karşılarına almak zorunda kalacakları sosyolojinin büyüklüğü, onun değil silinmesini, marjinalleştirilmesini dahi mümkün kılmıyor. Yani, bu iki “düşman” sosyoloji arasındaki mücadele hiçbir zaman “savaş” boyutunu almıyor, çünkü ortada bir “dehşet dengesi” var: Bu öyle bir denge ki, iktidarda olmayı fırsat bilerek savaşı başlatanın sonunu bile getirebilir.

“Bir Türkiye”: Güzel bir temenni ama...

Başlıktaki soruya dönersek: Çok isterdim ama, Erkan Koca’nın, Türkiye’nin iki ana siyasi damarının “içlerindeki öfkeli enerjiyi attıkları” hususundaki iyimser yaklaşımını paylaşamıyorum. Dolayısıyla, “İki Türkiye”yi aşacak asgari bir demokrat zeminin oluştuğu görüşüne da katılamıyorum.

Hanioğlu’nun çözüm önerisi ise bir temenniden ötesini ifade etmiyor gibi:

“Türkiye'nin değişik alanlarda ihtiyaç duyduğu gelişmelerin hayata geçirilebilmesi, toplumun enerjisini anlamsız yere tüketmemesi için bu çatışmanın küllenmesi ve ‘İki Türkiye’nin, herkesin kendisi olarak katılabileceği ‘Bir Türkiye’ye dönüştürülmesi gerekmektedir.

"İki Türkiye"nin varlığının kabulü, tarafların diğerini ‘dönüştürme’ arzusunun çatışma ve zaman kaybı dışında bir getirisi olmadığını görmesi bu alanda atılacak ilk adım olmalıdır.”

Temenni yerinde, katılmamak da mümkün değil, fakat problem şurada ki, iki taraf da “diğerini ‘dönüştürme’ arzusunun çatışma ve zaman kaybı dışında bir getirisi olmadığını” görmüyor, görmek istemiyor. Çünkü iki taraf da “diğeri”yle birlikte refah içinde yaşamaktansa, refahı azalsa da “diğeri”nin olmadığı bir ülkeyi hayal ediyor.

Bu tuhaf hal, zaman zaman karşı tarafın baskıcı tavırlar yerine özgürlükçü tavırlar sergilemesinden rahatsızlık  duymak gibi marazi biçimlere dahi bürünebiliyor. Çünkü böylece, gerçekte kendilerini yok etmek isteyenlerin bir süreliğine gerçek yüzlerini gizleyebildiklerine inanılıyor.

Yani büyük sorunumuz şurada ki, taraflardan birinin başına yüz yıllık birikimin taşı düşse ve “bu böyle gitmez” deyip gerçekten demokrat bir siyaset izlemeye karar verse, bu hiçbir biçimde inandırıcı bulunmayacak.

Hanioğlu yine de "’Bir Türkiye’ hedefine ulaşmak için yapılması gerekenleri” bildiğini ve bunu bir başka yazıda anlatacağını söylüyor.

Şayet o yazı Hanioğlu’nun 6 Ağustos’ta Sabah’ta yayımlanacak yazısı ise, ben de onun önerilerinden kalkarak bir yazı daha kaleme alacağım.

Alper Görmüş

[email protected]

(Serbestiyet)

Bültene kayıt ol