Adalet ve yürüyüşü

22.07.2017 - 11:04
Ohannes Kılıçdağı
Haberi paylaş

Adalet Yürüyüşü’nün sonlanmasının üzerinden –bu yazı yazılırken– on gün geçmiş bulunuyor.

Sizce de gündemimizden biraz hızlı çıkmadı mı? Yarattığı heyecan biraz fazla hızlı sönümlenmedi mi? Bir şeyi baştan, net biçimde söyleyeyim: Bu yürüyüş iyi olmuştur, güzel olmuştur; hatta CHP’ye ve kimi CHP yetkililerine rağmen iyi ve güzel olmuştur. Sonuçta içinde bulunduğumuz ortamda, gidişata itiraz eden her eylemi, her hareketi önemsemek lazım, dolayısıyla bu yürüyüşü de. Peki, Adalet Yürüyüşü’nün başarısını nasıl tanımlayacağız, nasıl ölçeceğiz? Sorunsuz, olaysız ve büyük bir katılımla başlamış, sürmüş ve bitmiş olması bir başarıdır denebilir. Peki ya sonra, yani şimdi? Asıl başarı, gidişatı değiştirmesi, en azından bu değişimin başlangıcı olmasıdır. Bu olabilecek mi, şu an bilmiyoruz ama iktidarın bu yürüyüşe bakarak tavır değiştireceğine, hız keseceğine dair bir işaret yok. Bilakis, yürüyüşün ana teması olan adalete aykırı uygulamalar, yürüyüşe nispet yaparcasına tam gaz devam ediyor. Büyükada tutuklamaları en yakın ve ağlanası örnek. 

İktidar tarafında pek umut yok, yok da bu yürüyüşün düzenleyicileri ve katılımcılarının ne kadarı Türkiye’de adaletin geçmişi, dolayısıyla geleceği hakkında bilinçli acaba? Bir adaletsizlikler silsilesi olan Osmanlı-Türk tarihiyle yüzleşmeye ne kadar hazır? Zira bu bilinç geliştirilmeden, bu yüzleşme olmadan yürüyüşün nihai başarı kazanması, yani adil, hukukun üstünlüğü üzerine kurulu bir toplum olmak mümkün değil. Ne yani, bu yüzleşme şart mı, o olmadan adalet olmaz mı? Tabii ki olmaz! Zaten adalet eşyanın tabiatı gereği geçmişle ilgili bir olgu, geçmişe dönük bir taleptir, geçmiş haksızlıkların, zulümlerin telafisi talebidir – ister dün, isterse bir asır evvel yapılmış olsun, çünkü adalet bizim kafamızdadır ve o da hep şimdiki zamanda yaşar.

Buradan bakınca, Türkiye’de adaletsizliğin son dönemin ürünü olduğunu, mesela AKP var olmadan önce çok adil bir hukuk ve siyaset düzenimiz olduğunu düşünenlere acı acı gülerim sadece. Türkiye’de hukuk ve adalet için söylenecek en doğru söz “Şahtı şahbaz oldu”dur, çünkü adaletin azı, çoğu olmaz. Adalet ya herkes için vardır, ya kimse için yoktur. Gerisi sadece sıranın ne zaman size geleceği meseledir. Zamanında Ermeni’ye, Rum’a, Kürt’e, Alevi’ye vs. yapılan haksızlıklara karşı etkili bir ‘adalet yürüyüşü’ yapamadığımız için biz ülke olarak bu günleri yaşıyoruz. Bunu herkes iyi bellesin. Onlarca örnek sayılabilir. Kim, kaç kişi 1964’te Rumlar 20 dolar, 20 kiloyla, arkalarında evler, fabrikalar, banka hesapları bırakarak sınırdışı edildiğinde “Olmaz böyle şey, reva değildir, adil değildir” dedi? Evet, şu anda yargıda en bol şey hukuk skandalı. Peki, çok değil daha 1970’lerde bu ülkenin en üst yargı organı olan Yargıtay, bu devletin vatandaşı olan Hıristiyanları ve Musevileri tanımlamak için, bir oksimoron olan ‘yerli yabancılar’ terimini kullandığında kaç kişi, kaç hukuk insanı “Bu bir hukuk skandalıdır” diye itiraz etti? Bu ülkede kaç katliamın hesabı, başta devlet tarafından olmak üzere doğru dürüst verildi? Ne bileyim, mesela, üzerinden daha kırk sene bile geçmeyen Maraş Katliamı’nı kim, ne kadar biliyor? Resmî rakamlara göre bile yüzden fazla insanın hunharca katledildiği bu olayla bu toplum yüzleşti mi, adalet duygusu tatmin oldu mu? Varın diğer vakaları siz ekleyin. Bu defterler açılmadan, sadece yürümekle adalet gelmez. İşte CHP’nin, yapısı gereği yapması pek de mümkün olmayan budur. AKP ise zaten bugün, geçmiş faillerin konumuna gelmiştir.

Adalet talebi aynı zamanda bir reflekstir. Yukarıda sadece birkaç örneğini saydığımız gibi vakalar, Türkiye toplumunda bu refleksi öldürdü, çünkü bu ülkede nesiller, haksızlığın belli gruplara yapıldığında hak olduğunu öğrenerek büyüdüler. ‘Belli insanlar kümesine’ de günün gereklerine göre farklı insanlar dolduruldu. Bir gün herkes o kümeye girebilirdi ve nitekim giriyor.

not: Ben bu yazıyı, yazmış bitirmiş ve örnekler arasında Maraş Katliamı’nı da saymışken, Kılıçdaroğlu, sanki yazdığımı bilirmiş de nazire yaparcasına, Maraş Katliamı’nın sorumluları arasında, tartışmalı da olsa, ismi geçen “Muhsin Yazıcıoğlu için de yürüdüm” demesin mi?! Evet, onun şüpheli ölümüne, dosyasının bir sonuca bağlanamamasına, yani onun da adalet bulamamasına atfen bunu söyledi. Fakat neden özellikle Muhsin Yazıcıoğlu ismini zikretme gereği duydu, mesele burada. Onun adını zikretmese, biri özellikle sorar mıydı? Açık ki bir kesime mesaj verme kaygısı var. Ekmeleddin İhsanoğlu’nu hangi amaç ve motivasyonla cumhurbaşkanı adayı gösterdilerse, Yazıcıoğlu ismini de aynı amaç ve motivasyonla zikrettiler. Fakat, bunu yapanlar, Demirtaş’ın adını anmaktan neredeyse köşe bucak kaçıyorlar. Maksat ‘herkesi kucaklamak’sa ve Yazıcıoğlu ismi kolayca zikrediliyorsa, Demirtaş’tan neden korkuluyor? İşte bunlar CHP’nin bahsettiğimiz yapısal sorunlarının tezahürü. Görünen o ki, ‘ekmek için Ekmeleddin’ fiyaskosu, dokunulmazlıklara ‘evet’ deme skandalı orta yerde dururken pek öğrenmiyorlar da. Yürüyüşe yüksek katılım olmasını bu stratejilerine destek olarak okurlarsa hem kendilerine (ki bu benim pek umursadığım bir nokta değil), hem de o kitleye yazık ederler (bunu önemserim işte). Yüksek katılım, kitlenin adalete olan gerçek açlığının bir sonucudur.

Ohannes Kılıçdağı

(Agos)

Bültene kayıt ol