“Ruh ve beden”: Rüyalarda buluşuruz

26.04.2017 - 12:35
Sezin Öney
Haberi paylaş

Savun onu savunabilirsen, itiraf et; değerdi, / değerdi, itiraf et böyle öylesine güzel, / değerdi, yokuş yukarı tüm tırmanmaya rağmen...

Ruh ve beden arasında, maddi ve manevi olan arasında köşe kapmacalar üzerine bir film bu.

Ruhumuz ve bedenimiz; ne zaman birleşiyor gerçekten?

Bazen bedenimiz önde; en mükemmel hâlinde.

Bazen de ruhumuz... En mükemmelleşmiş hâlinde... O zaman da, beden buna uyabiliyor mu?

Gençlik, güzellik; ruhun ve bedenin en çok birleştiği zamanlar mı?

Tam da değil; ruhun altın çağı, biraz da akıl ve tecrübe gerektiriyor... O da yaşla geliyor...

Gençlik kaçarken, akıl tam da başına geldiğin de; ruh altın çağını yaşamaya başlarsa ya?

Ruh ve bedeni, o zaman ve bu zaman; önce, şimdi ve ertesinde nasıl birleştirebiliriz?

Macar kadın yönetmen Ildikó Enyedi’nin filmi, Testről és lélekről; “Beden ve Ruh Üzerine”, bu düşüncelerin, incelikle yankılandığı bir eser. Enyedi, 18 yıl aradan sonra, ilk kez bir filme imzasını atmış.

Enyedi’ye bu filmi, bu kadar aradan sonra, yaptıran ne olmuş peki?

Kadın yönetmenimizi yıllar sonra sinemaya döndüren, bahar havası. Orhan Veli’nin dediği gibi aynen şöyle bir durum yani;

“Şiir yazma hastalığım

Hep böyle havalarda nüksetti;

Beni bu güzel havalar mahvetti.”

Ve bir bahar günü, tam da tomurcuklar patlamaya hazırlanırken, Enyedi bir ormanda yürürken, aklına şair Ágnes Nemes Nagy’ın, “Védd meg” (Savun Onu) şiirinden şu dizeler gelmiş:

a szív, a rángva gyulladó,
a szív, hasas hófellegekben,
minthogyha bent, míg vág a hó,
egy város égne véghetetlen,

Türkçesi:
“kalp, alevler alıveren,
kalp, şişkin kar bulutları içinde,
sanki içinde, kar bıçaklarken
bir yandan da bir şehir yanıyor”.
 
Film, Berlin’de bu yılın “Altın Ayı’’sını aldığı zaman, çok yakından tanıdığım Macar ruhunu yansıttığını düşündüğüm fragmanına göz atmış ve “Bu filme asla gitmem” diye düşünmüştüm.

Yıllardır maddi manevi her yönünü yakından, biraz fazla yakından tanıdığım “Macar ruhu” biraz fazla gelmeye başlamıştı zira...

Filmdeki, “rüya geyiklerden” ofis-lokanta-yemekhane-hastane-alışveriş mekânı-park-bahçe mizansenlerinde mekân olarak kullanılan yerlere, her yer ve herkes fazla tanıdık gözüküyordu... Başrollerdekiler, yıllarca oturduğum evin bulunduğu sokaktaki tiyatronun oyuncularıydı. Neredeyse, Macaristan’da geçen yıllarda, filmdeki rüyanın “hayalî geyikleriyle” bile tanışmış olabilirdim...

Fakat, birbiri ardına övgü dolu eleştirileri okuyunca, filmi merak etmeye başladım.

Ve, o zaman, ben de (filmde de metaforik biçimde yer alan) “sürü psikolojisine” kapıldım.

“Ruh ve Beden Üzerine”ye gidiverdim.

Macar izleyicilerin, filmi “taraftar” psikolojisiyle, çok sahiplenerek severek izlediği bir sinema salonunda, Budapeşte’de; artık Türkiye’de pek örneği kalamayan bir “sanat sinemasında” izledim filmi.

“Sanat sinemaları,” monopol hale gelen, “AVM sinemaları” veya “zincir sinemalardan” daha pahalı Budapeşte’de... Yine de, daha çok izleyicileri oluyor.
Bu sinemalardan daha bile kalabalık olan yerlerse, tiyatrolar, müzikaller, opera; hiçbir şekilde, aylar öncesinden bilet alınmayınca Budapeşte’de hiçbir gösteriye yer yok...

Macaristan’da siyasi kutuplaşma arttıkça ve “otoriterlik” tartışmaları şiddetlendikçe, insanlar, “hayalî” bir dünyaya kaçmaya çalışıyorlar belki de.
Filmde, Macar kültürüne romantik atıflar var; mesela, Margit Adası’nda çimlere uzanmış baş kadın kahramanın, üzerine suların fışkırması gibi... O sahnenin geçtiği zamanlar, bahar ayları-Paskalya zamanı, geleneksel olarak, erkeklerin beğendikleri kadınların üzerine su attığı zamanlar... Hattâ şimdi, su atmak yerine parfüm sıkılıyor. Tabii, bu daha çok gençler arasında olan bir eğlence...

“Beden ve Ruh Üzerine”nin hiçbir açık politik referansı yok. Belki, sadece, “kurumsal çürümeye” işaret eden bir rüşvet metaforu ve “psikolojik ölçüm” kisvesi altında en ince yaşam detaylarını kayda geçirmeye çalışan, özel hayatlara bürokratik burun sokma çabasına atfı, örtük siyasi referanslar sayabiliriz.

Filmde siyaset yok ama, modern metropol yaşamının rutin koşuşturması arasında, “rüyalarda buluşan” iki ruhun en yalın ve doğal hâlde, doğal yaşamda kendini bulması var...

Günlük hayatın, şiirsellikten çok uzak rutini ve tüm sunî paylaşımları içinde, “floresan ışıkları” altında, vücutların eksik varlıklarına rağmen ufak kaçışlar, ruhlar ikizlerini buluyor.

Üstelik de, aşk bir mezbahada filizleniyor.

Mezbaha sahnelerinin çağrıştırdığı, tüm bu bedenî varlığımızın “et”, “nefsani”, dünyevi” tarafı...

Bir vejetaryen olarak, mezbahadaki kısımlarda ve filmin sürprizi kaçmasın diye ne olduğunu söylemeyeceğim bir kanlı sahnede, beni bir kan tuttu, bir kan tuttu... Böyle bir şey gerçekten de mümkün olabiliyormuş.

Tüm salon gayet “normal” ve rahat reaksiyon verirken benim dünyam birbirine girdi. Eleştirilerde de bu konuda bir şeye rastlamadım. Mesele, benim naifliğim olmalı...

Tıpkı filmdeki baş karakterlerden Maria’nın (Alexandra Borbély) naifliği gibi; içe kapanık, çocuksu, yalnız hayatı gibi bir naiflik diyeceğim de; o da, mezbahada, etlerin kalitesini ölçen ve tüm kesim aşamalarına tanık olan bir rolde karşımıza çıkıyor...

Acaba hepimizin meslekî “sterilizasyon” geçirdiği ve içinin soğuklaştığı bir alan mı var? Ben, siyasetbilimci olarak, adeta bir cerrah titizliği ile verilere bakıyorum; lider söylemlerini inceliyorum.

Köşe kapmaca...

Maria’nın tüm “değişik” halleri bir tür otizm, “Asperger Sendromu” vakası mı; yoksa, sadece uyum mu sağlayamıyor? Bir Karlar Kraliçesi ile bir tül perde arasında gidip gelen hâllerde, karşısında silik, soğuk, donuk kalakaldığı bu tuhaf dünyada bir ayrık otu Maria...

Erkek karakterimize gelince; Endre (Géza Morcsányi), yaşını başını almış, tecrübeli, bilge ve vakur; ama çok bıkkın, bezgin... Hayatı, bir ağırlığı taşır gibi sürükleyerek yaşıyor.

Şanslarını tüketmiş ve kaderine razı bir mahkûm gibi Endre; gene de şövalyece bir arayış içinde.

Maria’nın onda gördüğü güzellik ve olağanüstülük, Endre’yi değiştiriyor ve gerçekten de muzaffer bir prens, bir şövalyeye dönüştürüyor.

Ortak rüyaları olmak, rüyaları paylaşmak... Yönetmen Enyedi de, filmde yaratmak istediği “ortak dünyayı”, “havadar, doğal ve doğal akışında duygularla dolu” olarak tanımlıyor. Basit ve şeffaf bir dünya; ancak, anlamlarla dolu. İçinde buluşanların, benliklerini ve kendi özlerini buldukları tek yer.

Öyle de basit bir şey; hayat çok da karmaşık değil-rüyalarımızın gerçek olması, sadece güzel gördüğümüğüzün bizi de güzel görmesine, sevdiğimizin bizi de sevmesine bağlı. Beraber olunca, sevince, sevişince, bir sabah beraber kahvaltı edince; birbirinin eksiklerini tamamlayınca. Ruh ve beden o zaman birleşiyor, rüyalar gerçek oluyor. Rüyalarda buluşmaya gerek kalmıyor. Rüyalar gerçek oluyor.

Tüm filmin ortaya çıkmasına neden olan, filmin ilhamını veren Ágnes Nemes Nagy’ın, “Védd meg” (Savun Onu) şiirine dönersek...
Védd meg, ha bírod, mondd: megérte,
megérte, mondd, hogy így a jó,
megérte minden kaptató,
a bölcs szándék, törekedés,
a titkos élű, lassu kés,
orv pusztulásra oktató,
mondd, mondd, hogy megérte az elme
sötét szobába hasitó
csíkosan villogó szerelme,
megérte ez a fulladó
lélegzetvétel, ez a képzelt
értelem, ez a néma szó,
absztrakció, distinkció,
a szív, a rángva gyulladó,
a szív, hasas hófellegekben,
minthogyha bent, mig vág a hó,
egy város égne véghetetlen,
megérte, mondd a pillanatnak,
mig a két vállon szüntelen,
a két csuklón, két lábfejen
a védhetetlen iszonyatnak
fekete vérrel csorduló
tépett sebei fölfakadnak –


Savun onu savunabilirsen, itiraf et; değerdi,
değerdi, itiraf et böyle öylesine güzel,
değerdi, yokuş yukarı tüm tırmanmaya rağmen,
bilgece kararlılık, tüm çaba,
gizli tarafı, kör bıçak,
o tüm hainliklerin hocası,
zihin söyle bana, itiraf et, değerdi,
karanlık bir odada rengini değiştiren,
gözlerini kırpıştıran aşkı,
tüm bu nefese susamaya değer,
bu nefes alış, bu görüntü,
hisset bu sessiz kelimeyi,
dalgınlık, seçkinlik,
kalp, alevler alıveren,
kalp, şişkin kar bulutları içinde,
sanki içinde, kar bıçaklarken
bir yandan da bir şehir yanıyor,
ana fısılda, değerdi,
aralıksız iki omuz,
iki bilek, iki adım iken
savunması olmayan korkunun
siyah kanları akıyor
çağlıyor geçmiş yaralarından.

Sezin Öney 

[email protected]

(P24)

Bültene kayıt ol