Eleştiriyi ‘ayıp’ hale getiren linç atmosferi

07.03.2017 - 10:39
Alper Görmüş
Haberi paylaş

Eleştiriyi hak eden fakat sadece “söz”den ibaret olduğu için yine sadece “söz”le karşılanması gereken durumlarda işin içine “medya-sosyal medya linci” ve “karakol” girince eleştiri “ayıplı” bir şeye dönüşüyor, insanın eli hak edeni eleştirmeye varmıyor. 

Mesela “akademisyenler bildirgesi”nde öyle oldu, mesela modacı Barbaros Şansal’ın tutuklanmasında öyle oldu... Nihayet Hürriyet’in “Karargâh rahatsız” aymazlığının karakolda bitmesinde yine öyle oldu...

Hep birlikte izledik: Hürriyet gazetesinin “karargâh rahatsız” aymazlığı iktidar medyası tarafından orantısız bir tepkiyle karşılaştı ve tepkileri, savcılığın haber hakkında soruşturma açması izledi. Doğrusu, bu olayda bir gazeteci olarak benim canımı savcılığın hamlesinden çok bazı gazetecilerin savcıları harekete geçmeye çağırmaları sıktı.

Geçtiğimiz günlerde Fehmi Koru kişisel blogunda, Hürriyet’in aymazlığını kat kat aşan durumlarda bile gazetecilerin bu türden meslek ihlalleriyle sözün gücünü kullanarak mücadele ettikleri eski günlere duyduğu özlemi anlattı.

Koru’nun, Eski günlerde basının bir tepkisiyle olayların seyri değişebiliyordu... Özlemişim... başlıklı yazısı şu satırlarla sona eriyordu:

“Bu yazı neden yazıldı? Şundan: Hürriyet gazetesinde çıkan bir haber ve veriliş tarzı politikacılardan müthiş tepki aldı, ardından iş Cumhuriyet Başsavcılığı’nın soruşturma açmasına kadar vardı.

“Benzetildiği ‘Genç subaylar tedirgin’ haberi gerçekten ‘cuntasal’ bir faaliyetin manşetleşmesiydi ve ona bizlerin gazete sayfalarından tepkimiz.. evet bu kadarı.. sonuç almak için yetmişti. Politikacılara ve savcılara gerek kalmadan.. O eski günleri özlemiş olmalıyım.”

En iyi örnek: “Genç subaylar tedirgin”

Koru’nun sözünü ettiği eski günler, 28 Şubat dönemi ile benzer cuntasal faaliyetlerin sürdüğü, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) ilk yıllarını kapsıyor... Koru, özellikle o dönemlerde cuntasal faaliyetlere karşı basındaki direnişin merkezi saydığı Yeni Şafak örneğini hatırlatıyor ve gazetede bir araya gelen çeşitli görüşlerden gazetecilerin, cunta faaliyetlerini destekleyen meslektaşlarına karşı mücadele ederken, onları karakola göndermeyi akıllarından bile geçirmediğini anlatıyor.

O günleri en iyi izleyen gazetecilerden biri olan Fehmi Koru, aradaki farkı gösterebilmek için de yine en isabetli örneği, Cumhuriyet gazetesinin Mustafa Balbay imzasıyla yayımladığı meşhur “Genç subaylar tedirgin” manşetini veriyor.

Ben bu yazıda esas olarak, Koru’nun bir cümleyle geçtiği şeyi ayrıntılandırmak; askerleri kışkırtma sadedinde, bugünün “Karargâh rahatsız” manşetinin eline su bile dökemeyeceği “Genç subaylar tedirgin” manşetine karşı o dönemin sadece “söz”le mücadeleyi tercih eden gazeteciliğini ele almak istiyorum.

Ayrıntılara geçince göreceksiniz: Mesele karakolluk olmayınca sadece Yeni Şafak ve oradaki gazeteciler değil, başka bazı gazeteler ve gazeteciler de tavır almıştı Cumhuriyet’in haberine... Fehmi Koru’nun dediği gibi, bu kadarı sonuç almak için yetmişti, politikacılara ve savcılara gerek kalmamıştı.

Oysa Cumhuriyet ve Balbay karakolluk olsaydı, hiç şüphesiz o feci manşet hak ettiği gibi eleştirilemeyecek, hadise “basın özgürlüğüne müdahale” boyutuna bürünecekti.

Eleştirinin ‘ayıplı’ bir şeye dönüşmesi

Son birkaç yıldır, bilhassa da olağanüstü hal döneminde Hürriyet’in başına gelenler türünden ne kadar çok şey yaşadık. Şahsen ben, eleştirel yaklaştığım ne kadar çok olayda kendimi tutmak, söyleyeceklerimi yutmak zorunda kaldım. Nedeni basit: Eleştiriyi hak eden fakat sadece “söz”den ibaret olduğu için yine sadece “söz”le karşılanması gereken durumlarda işin içine “medya-sosyal medya linci” ve “karakol” girince eleştiri “ayıplı” bir şeye dönüşüyor ve insanın eli hak edeni eleştirmeye varmıyor. Mesela “akademisyenler bildirgesi”nde öyle oldu, mesela modacı Barbaros Şansal’ın tutuklanmasında öyle oldu... Nihayet Hürriyet’in “Karargâh rahatsız” aymazlığının karakolda bitmesinde yine öyle oldu...

Akademisyenler bildirgesinde, iddia edildiği gibi “terör örgütü propagandası” sayılabilecek tek bir satır bile yoktu, suçlama tümüyle haksızdı, fakat bildirge akılla değil inanç ve öfkeyle kaleme alındığı için analiz boyutundan yoksundu, tek yanlı ve sübjektifti ve o nedenle ikna edici de olamadı. Bugün, bizzat Halkın Demokrasi Partisi (HDP) yetkilileri o günleri ve “hendek savaşları”nı ele alırken devlet politikalarının yanı sıra PKK’yı da eleştiriyorlar.

Barbaros Şansal hadisesi: Yılbaşı gecesi Kıbrıs’tan Türkiye’ye gönderdiği “kutlama” metninin dili korkunçtu; nefret duygusunun eşlik ettiği bir siyasi pozisyonun insanı nerelere sürükleyebileceğini, twitter’a koyduğu o videodan daha iyi hiçbir şey gösteremezdi... Bunları söylemek isterdim, fakat uğradığı linci ve ardından gelen tutukluluk kararını görünce söyleyemedim, yutmak zorunda kaldım.

Oysa neticede “söz”den ibaret bu olaylar karakolda bitmeseydi ve sahiplerini istediğimiz gibi eleştirebilseydik, bundan elde edeceğimiz toplumsal yarar çok daha yüksek olurdu. Şimdiyse akıllarda sadece ifade özgürlüğünün iktidar ve ona yakın medya tarafından sertçe bastırıldığına dair bir resim var.

“Genç subaylar tedirgin”de ne olmuştu?

Yukarıda da dediğim gibi Fehmi Koru haklı: Sorunlu bir “söz”ü hak ettiği gibi sadece “söz”le karşılamanın çok daha etkili sonuçlar doğuracağını anlamak için 2003’teki Genç subaylar tedirgin manşetinden daha iyisi bulunamaz...  Bakalım manşet yayımlandıktan sonra neler olmuş?

O manşete karşı dönemin Yeni Şafak’ında Kürşat Bumin’le birlikte haırladığımız Kronik Medya’daki eleştirileri ve genel olarak Yeni Şafak’ın yürüttüğü mücadeleyi geçiyorum... Fakat tekrar edeyim: Eleştirilerimiz ne kadar sert olsa da o günlerde hiçbirimizin aklına, Cumhuriyet’i ve Mustafa Balbay’ı sacvılara jurnallemek gelmemişti...

Yine, Cumhuriyet’in manşetini problemli bulup tavır alan başka gazeteler de sadece eleştiriyle yetinmişti. En farklı tavır alan gazeteler Vatan ve Radikal olmuştu. İkisi de bu iddiaya haber muamelesi yapmayı reddetmişti:

Vatan: “Vatan, doğrulatamadığı, ancak son zamanlarda sık sık yapıldığı gibi Ankara kulislerinde şahin kadrolar tarafından bazı kulaklara fısıldanan bu konuyu ülkenin gündemine taşımayı uygun bulmadı."

Radikal genel yayın yönetmeni İsmet Berkan: “Asker-sivil ilişkilerinin bu ülkede nasıl yürüdüğünü az çok bilenlerdenim. Ben, hiçbir Genelkurmay Başkanı'nın bir başbakana gidip 'Genç subaylar tedirgin' diyeceğine inanmam. O Başbakan İsmet Paşa bile olsa, bir Genelkurmay Başkanı hiçbir şart altında bu sözü sarf etmez, edemez. İşte bu yüzden biz Radikal'de bu haberin yalanlanmasını ya da doğrulanmasını bekledik. Her ikisi de olmayınca, kendi kaynaklarımızdan kontrol edemediğimiz bir haberi yayımlamayı da doğru bulmadık."

Merkez medyada manşete karşı sert eleştiriler kaleme alan köşe yazıları da eksik değildi... Bütün bunların sonucunda, Genç subaylar tedirgin manşeti kısa bir süre içinde sahibini utandıran bir gazetecilik zilleti olarak anılmaya başladı.

“Karakol” Başbakan’ın da aklına gelmemişti

Cumhuriyet’in manşetini karakola göndermek o günlerde sadece gazetecilerin değil, o manşetin doğrudan hedefi olan Başbakan’ın da aklına gelmemişti. Başbakan Erdoğan da sadece manşeti eleştirmekle yetinmiş, bunun çok kötü bir gazetecilik olduğunu söylemişti... Bunu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Hürriyet’in “7 eleştiriye 7 cevap” manşetindeki eleştirilerden biriyle ilgili olarak Genelkurmay Başkanı’nın ve kuvvet komutanlarının dava açması gerektiğini söylemesiyle kıyaslayın. (Geçtiğimiz ay Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları Kardak kayalıklarına feribotla yaklaşmış, bu da muhalefet çevreleri tarafından “turistik gezi” olarak nitelenmişti.)

İşte sızlandığım şey tam da bu: Diyelim siz hem “turistik gezi” nitelemesini ifade özgürlüğü kapsamında bir hak, bir politik eleştiri olarak görüyorsunuz, hem de bu eleştiriye karşı söyleyecek sözünüz var. Şimdi, ülkenin cumhurbaşkanı bu “söz”ün karakolluk bir suç olduğunu söylediğinde duygunuz nasıl şekillenir? Söyleyeceklerinizi yutmak gelmez mi içinizden?

[email protected]

(Serbestiyet)

Bültene kayıt ol