15. İstanbul Bienali: İyi bir komşu?

23.09.2017 - 09:37
Haberi paylaş

15. İstanbul Bienali sergileri 16 Eylül’de kapılarını açtı. Birbirine “komşu” 6 mekândaki sergiler 12 Kasım’a kadar ücretsiz olarak gezilebilecek. Elmgreen&Dragset sanatçı ikilisinin küratörlüğünü üstlendiği Bienal’de dünyanın farkı yerlerinden 55 sanatçıya dair işler yer alıyor. Geçmiş Bienal’e göre daha az mekân ve sanatçıyla gerçekleşmesi, Bienal’i daha kompakt ve bütününü görmek açısından daha erişilebilir kılıyor.

Bu yılki edisyonun kavramsal çerçevesi günümüzdeki birçok politik tartışmaya dair söz üretmeye alan açıyor. “İyi bir komşu; sizin gibi yaşayan birisi midir, sizinle aynı gazeteyi mi okur, nadiren gördüğünüz birisi midir, cinsiyetsiz midir, sizden daha zengin veya yoksul mudur, yeni taşınıp gitmiş birisi midir, korkmadığınız bir yabancı mıdır?” Bienal’in sorduğu sorulardan bazıları. İstanbul’un duvarlarında gördüğümüz bu sorular gündelik hayatlarımıza dair doğrudan çağrıştırdıklarının ötesinde sınırlar, mekân, göçmenlik, öteki hakkında düşünmemizi olanaklı kılan politik referanslara sahip. Tüm dünyada nefretin tırmandırıldığı günümüzde ve savaşın temel gündem olduğu bir coğrafyada “iyi bir komşu” üzerine düşünmek oldukça anlamlı. Ne de olsa yaşadığımız toplumda komşuluk önemli. Yüzde 70’inin engelli, yüzde 58’inin Kürt komşu istemediği, bazılarının aynı toprağın altındaki komşuluğa dahi tahammül edemediği toplumun konuya dair hassasiyeti, “ev alma komşu al” sözünden belli.

Türkiye’deki toplumsal kutuplaşmayı tanımlamakta en sık başvurulan metafor olarak ‘farklı mahallelere” bölünmüşlük, coğrafi sınır veya ulus devlet politikalarının geçmişte işlediği suçlar, komşuluk temasının akıllara getirdiği ilk tartışmalar. Bienal öncesinde farklı disiplinlerden 26 yazarın kaleme aldığı ve haftalık olarak T24’te yayınlanan yazılar da ağırlıklı olarak bu tartışmalar etrafında şekillendi. Diğer yandan Bienal’in “Kamusal Programı” ilk akla gelen ‘mekânsal’ tartışmayı aşan, toplumsal cinsiyet veya sınıfsal bağlamda da ele almaya niyetlenen ‘seçilmiş aileler’ sempozyumuyla başladı. “Seçilmiş Aileler, aile kurumunun ötesine geçen aidiyet arayışlarına odaklanıyor”.  Kapanış sempozyumu olan  Müşterek Kader ise “kent ekolojisi etrafındaki tartışmaları bienale taşıyarak insan merkezcilikten çıkışın yollarını arıyor.”

Bienal boyunca sanatçı Zeyno Pekünlü koordinatörlüğünde ilerleyecek Kamusal Program kapsamında atölye ve sempozyumlar gerçekleşecek. Okuma grubu, yemek, müzik atölyesi ve Hamisch İstanbul Suriye Kültür Evi’nin de parçası olduğu çocuklar için animasyon ve karakter tasarımı atölyesi gibi birçok farklı etkinlikler düzenleniyor. Sanatçı Zeyno Pekünlü, yemek atölyesinin koordinatörü mimar Ezgi Tuncer ve  müzik atölyesinin yürütücüsü etnomüzikolog Evrim Hikmet Öğüt’le komşuluk ve atölye programları üzerine konuştuk.

Zeyno Pekünlü (sanatçı, Bienal Kamusal Program Koordinatörü)

Kamusal Program iki ayrı vurguyla toparlanmış. Seçilmiş aileler ve müşterek kader temalarını komşuluk kavramıyla nasıl ilişkilendiriyorsun?

Küratörler komşuluk kavramına vurgu yapıyorlar ve komşu olamamızı sağlayan şeyin yuva olmasına bağlıyorlar. Türkiye’de olmanın etkisiyle, evin bizi istemediği, evi zorunlu veya gönüllü olarak terkettiğimiz, göçtüğümüz zaman ne olur gibi sorulardan yola çıktım. Gittiğimiz yerde ne gibi topluluklar kuruyoruz, yeni “aileleri” nasıl seçiyoruz göç edince sorularını yanıtlamaya çalıştım. Seçilmiş Aileler modülünde göçmen, feminist, queer komünitelerden bahsettiğimiz etkinlikler olacak. Müşterek Kader modülü İstanbul’da olmaktan ve son senelerin önemli meselelerinden dolayı, kent ekolojisi konusunda çıktı. Küratörlerin sorularına bakınca ilk aklıma gelen şeylerden biri, denizdeki balıklardan sokak köpeklerine kadar, insan olmayan komşularımız oldu.  

Programdaki etkinlikler, göç, ekoloji, kent gibi aslında son yıllarda Türkiye siyasetindeki önemli politik mücadelelerine dair referanslarla yüklü. Yan yana gelme olanaklarının sınırlandığı bir ortamda, programın birlikteliğe dair de bir söz ürettiğini düşünüyor musun?

Evet yani yola çıkış meselem buydu. Bu kadar büyük etkinlikler bir sene önceden planlanmaya çalışılıyor. Bienal’in kavramsal çerçevesini ilk öğrenişim geçen Temmuz’du ve bambaşka ruh hali içindeydik. Kendimizi bu ruh haline kaptırmamayı, değişebileceğini ve gündemin bir sene sonra başka olabileceğini, acil gündem değişse de alttan alta hep neyi tartıştığımızı düşündüm. Komşuluk kavramında geçmişi, pogromu konuşabiliriz ama yeni mahalle örgütlenmelerini, komşuluğu yeniden tanımlamaya çalışan grupları da konuşabiliriz.

Türkiye’de politik iklim nedeniyle artık sanat üretiminin imkansızlaştığına, pek çok sanatçının artık burada üretim yapmadığına dair yorumlar var. Bienalin bu konuda nasıl bir rolü var sence?

Ben açıkçası bu yorumların çok doğru olduğunu düşünmüyorum. Her meslekten olduğu gibi sanatçılardan da giden insanlar var. Ama çoğunluk kalmaya devam etti ve kalanlar “en zor zamanlar işimizi en iyi yapmanın zamanıdır” diyerek çok sıkı çalışıyorlar. Hatta çalışmaktan birbirimizin işlerini görmeye vakit ayıramıyoruz diye şakalaşıyoruz.  Sinema ve müzik farklı alanlar, benim yaptığım yorum görsel sanatlara dair. Prodüksiyonu olan ve kitlelere üretim yapan alanlar çok daha farklı etkilendiler elbette. Ancak Bienal açık olduğu süre boyunca yan yana gelişi yüreklendirmeye çalıştı. T24’teki yazı dizisiyle farklı alanlardan insanların konuya yaklaşımı tartışılmaya başlandı. Yani bir takım diyalog ve konuşmaları kışkırtmaya çalışıyor.

Evrim Hikmet Öğüt (etnomüzikolog, “Sesime Ses Ver! İstanbul’un sokak müzisyenleri” atölye yürütücüsü)

Atölye için müzik ve komşuluk bağını nasıl bir düşünsel süreçle kurdun? 

“Komşuluk” yaşadığımız coğrafyada tatlı bir yalan. Kavram yüklendiği tüm nostaljiyle birlikte, bize benzeyen biriyle, benzemediğinde de ancak “makbul”, “mazbut”, “sessiz sakin”, “haddini bilen” bir ötekiyle kurulabilecek ve elbette koşullu bir ilişkiyi ifade ediyor; zira bu ilişkinin her an can yakıcı bir düşmanlığa evrilebildiğini sayısız örnekle biliyoruz. Öte yandan, o tatlı yalana, -aynı 7 Haziran seçimlerinden önce güçlü bir şekilde ifade etme cesareti gösterdiğimiz Türkiyelilik fikri gibi- yeni bir hayat kurma ihtimali için ihtiyaç duyuyoruz sanırım. Komşuluk bu bağlamda çok farklı açılardan ele almaya imkan veren bir kavram ve İstanbul Bienali’nin Zeyno Pekünlü tarafından koordine edilen kamusal programı bu çok yönlülüğe alan açıyor. Ben uzun zamandır göç ve müzik üzerine çalışan bir etnomüzikolog olarak, sorumu, birlikte bir yaşam kurmanın imkanları açısından soruyorum. Özellikle Suriyeli müzisyenlerle birlikte yürüttüğüm çalışmalarda müzik bir iletişim zemini olabilir mi? Birlikte çalışabilir miyiz? Benzerliğimiz, ortak deneyimimiz ne, ya da benzemezliklerimiz yeni imkanlar getiriyor mu? gibi sorular var aklımda.

Farklı "mahallelere" bölünmüş bir toplumda müziğin birleştirici rolünü oynayabileceği pratikler nasıl olabilir? 

Etkinliğin çağrı metninde de vurgulanan zamansal sıkışmışlık ve mekânsal olarak birbirinden yalıtılmış olma hissi tüm İstanbulluların ortak deneyimi aslında. Göç özelinde, derdimiz birbirimizle değil ve ortak; aslında hepimiz aynı gemideyiz. Bunu fark etmek birlikte eyleme kapasitemizi de ortaya çıkarıyor. Müziğin bunu başarabileceğini söylemek saflık olur elbette ama güçlenmek ve birlikte direnmek için çok güçlü bir araç olduğu aşikar. Atölyeyle muradımız, İstanbul’un göçmen müzisyenleriyle daha yerleşik durumdaki müzisyenleri için gerçek bir yan yana gelme, birbirini tanıma, temas etme zemini yaratmak. Buradan kalıcı dostluklar, işbirlikleri, ortak sözler, güçlü fikirler doğabileceğini umuyorum.  

Ezgi Tuncer (mimar, Komşu Tarifler atölyesinin yürütücüsü)

Komşulukla mutfağı/yemeği nasıl ilişkilendiriyorsun?

Yemek, kültürel olarak üretilen somut bir nesne olduğu için onu kimlik üzerinden tanımlamak ve temellük etmek oldukça sık karşılaşılan bir durum. Bir yemek ürününü yücelterek kimliğe de övgü ve vurgu yapılabiliyor. Fakat aslında yemeğin hem hammaddesi hem de üretilme yöntemleri, farklı coğrafyalar arasındaki o kadar geçişli, benzeşen haller alıyor ki onu bir vatana, kimliğe indirgemenin çok da anlamlı olmadığı fark ediliyor. Pek tabi ki, farklı yerler arasında nüanslar oluşuyor ancak çatışan kültürlerin, devletlerin bireylerinin çoğu zaman benzer yemek üretimlerinde bulunduğunu, benzer beslenme alışkanlıklarının olduğunu görüyoruz. O halde sınırların ne anlamı var diye düşünebiliriz... Komşuluk çoğu zaman mutfak mekanında ortaya çıkıyor. ‘Komşuda pişen bize de düşüyor’ çoğu zaman. Aşure, helva gibi yemeklerin apartmanda komşularla paylaşıldığına çoğumuz denk gelmişizdir. Acil durumlarda, komşudan istenen bir fincan kahve, bir bardak un ya da iki yumurta ilişkiyi pekiştirebiliyor ya da bir taşınma esnasında kapınıza gelen bir kap yemek tanışıklığın başlamasını sağlayabiliyor. Bu kültürde pek çok yerde bunlara rastlamak mümkün. Komşuluk, ev ziyareti sırasında ikram edilen bir çayla, bir dilim kekle başlıyor çoğu zaman.

Son dönemde ulus devletlerin sınırlarının nasıl mutfağa da çekildiğine, sirayet ettğine odaklanan ve bu sınırları aşmaya çalışan birçok çalışma var. Göçmenliğin temel politik meselelerden biri olduğu günümüzde mutfağın coğrafyaya, kimliğe, ulusa, cinsiyete dayalı sınırlara dair rolü senin için ne anlam ifade ediyor?

Suriye yemekleri üzerinden bu soruyu cevaplamak mümkün. Yaklaşık iki yıldır Fatih, Aksaray, Beyoğlu civarında bir çok Suriye lokantası açıldı. Göç etmenin akabinde, hayatı sürdürmek ve bir yere yeniden yerleşmek, aidiyet oluşturmak için yemek çok önemli bir araç. Bunun üretimini sağlayanlar için de, bu lokantalarda kendi ülkelerinde alışageldikleri biçimde yemek yiyen göçmenler için de yemek duygulara hitap eden, yerleşikliği güçlendiren, destekleyici bir unsur. Öte yandan da, kültürel geçişlere aracı oluyor. İçli köftenin yoğurtlu bir sos içinde, haşlanmış olarak servis edildiğini gördüğümüzde hem benzer hem farklı bir deneyim yaşıyoruz. Bunun üzerine konuşmak da iki kültürün tanışıklığının artmasını, benzerliklerinin ortaya çıkartılmasını sağlıyor. Yemek, sınırlar arasındaki akışkanlığın ve benzerliklerin fark edilmesinin en belirgin öğelerinden birisi. Kartografik sınır çizgilerinin belirlediği ulus-devlet ve kimlik ayrışmalarının anlamsız olduğunu her seferinde ortaya koyuyor. Filistin’de de İsrail’de de aynı falafel yapılıyor ve yeniyor. İki millet aynı sofrada buluşup aynı yemekten keyif alabiliyorsa, savaşı gündelik hayatın içine yerleştiren siyaset coğrafyaları neden ayırıyor diye düşünmek gerekiyor. Hayat bir sofrada buluşabileceğimiz, bir tabak yemeği paylaşabileceğimiz, iki kadehin buluşmasında yan yana gelebileceğimiz kadar basitse, sınırlar neye hizmet ediyor?

Röportajlar: Meltem Oral

Bültene kayıt ol