Trans hakları feminist harekete zarar mı veriyor?

30.11.2017 - 09:54
Haberi paylaş

İngiltere’de Toplumsal Cinsiyet Tanıma Yasası’nda, trans bireylerin kendi cinsiyetlerini beyan edebilmelerine olanak tanınmasını sağlamak için önerilen değişiklikler, trans hakları ve kadınların ezilmesi konusunda bazı tartışmalar başlattı. Sally Campbell, sosyalistlerin kişinin kendi kendini tanımlama hakkını savunması gerektiğini tartışıyor. 

22 Ağustos Salı günü, sabahın erken saatlerinde, 30 yaşında bir trans kadın ve üç çocuk annesi olan Kiwi Herring, ABD’nin St Louis kentinde polis tarafından vurularak öldürülmüştü. Polis, Kiwi’nin komşusunu bıçakladığının iddia edilmesiyle çağırıldı ve iddiaya göre bir polis memurunun “hafif bir şekilde yaralanmasından” sonra Kiwi’ye ateş açıldı.

Sonraki gün 100 kişi Kiwi’nin anısına düzenlenen gece nöbetine katıldı, caddeye doğru yürüdü ve kavşak noktasını trafiğe kapadı. Gösteri sırasında bir erkek kullandığı arabayı protestocuların üzerine sürdü ve 3 kişiye çarptı ancak ciddi bir yaralanma olmadı. Bir görgü tanığı, adamın arabayı kalabalığın üzerine doğru sürerken bir yandan da anmaya katılanlara el hareketi çektiğini rapor etti.

Kiwi, bu yıl içinde öldürüldüğü basına yansıyan haberlerle bilinen 18 transtan biri. Aynen Kiwi gibi, öldürülen transların çoğunluğu siyah kadınlar. Kiwi’nin yakınları, yaşadığı çevrenin transfobik olduğunu ve bir süredir Kiwi’ye yönelik sistematik bir taciz olduğunu belirttiler.

Transların maruz kaldığı zulmün gerçekliğiyle yüzleşmek, trans haklarının tanınmasıyla ilgili yürütülecek herhangi bir tartışmada hayati bir öneme sahip. Bu yüzden tartışmaya Kiwi’nin başına gelenleri anlatarak başlamak istedim. Kiwi’nin hikayesi; devlet aygıtının ve bağnazların ellerinde tecrübe edilen sistematik bir ırkçılık ve transfobinin hikâyesi. Ancak bu hikâye aynı zamanda, transların ve trans haklarını destekleyen insanların sessiz kalmayı reddetmelerinin de hikâyesi.

Transfobi bir salgın boyutlarında. 2016’da yayınlanan Galop Nefret Suçları Raporuna göre, transların %79’una karşı nefret suçu işleniyor. Nefret suçlarına maruz kalanların %32’sine karşı işlenen suçlar fiziksel şiddet içeriyor, tüm LGBTİ+ bireyler arasında bakıldığında ise fiziksel şiddet içeren nefret suçuyla karşılaşma oranı: %25. Yine bütün LGBTİ+ bireyler arasında bakıldığı zaman cinsel şiddetle karşılaşma oranı %9 iken, translarda bu oran %16’ya çıkıyor. Çeşitli araştırmalar gösteriyor ki transların neredeyse %41’i intihar girişiminde bulunuyor; nüfusun geri kalanında ise bu oran %1’den daha az. Hapishanelerde de trans mahkûmların sayısal oranı genel nüfusla kıyaslandığında çok daha fazla.

Donald Trump da transların ABD ordusundan atılmaları gerektiğini savunduğu şu twiti atarak, transfobiklere arka çıktı: “Ordumuz kesin ve ezici bir zafere odaklanmalıdır ve ordudaki transların neden olacağı bozulmanın ve muazzam tıbbi maliyetlerin ordumuza yük olmasının önüne geçilmelidir.”

Bir kez daha translar bir “yük” ve tıbbi terimlerle ifade edilen bir “problem” olarak tanımlandı.

Baskıya karşı çıkmak isteyen herkes transfobinin korkunç gerçekliğinin farkına varmalı ve transların hayat şartlarında bir nebze de olsa iyileşmeyi sağlayabilecek her türlü eylem biçimini desteklemelidir.

Son yıllarda trans aktivizminin artmış olması, yasalarda değişiklik yapılması ve toplumsal cinsiyetten bahsederken kullanılan dilin değiştirilmesi gibi konuların politik gündeme girmesini sağladı. Bütün bu mücadeleler sayesinde biyolojik cinsiyet, toplumsal cinsiyet, insan biyolojisi ve cinsel özgürlük gibi kavramlar tartışmaya açıldı. Yaşanan tartışmalar ve henüz tam olarak çözümlenmemiş bu kavramlar -hem şaşırtıcı hem de üzücü bir şekilde- feministler, sendikalılar ve diğer aktivistler arasında bir ayrışmaya sebep oldu.

Bu tartışmanın en önemli ayaklarından biri 2004’teki İngiltere Toplumsal Cinsiyeti Tanıma Yasası (UK Gender Recognition Act – GRA) tasarısı teklif edildiğinde gelişti. Şu anda geçerli olan bu yasa, transların cinsel yönelimlerinin beyan yoluyla kanunen tanınmasının önünü açarak hayatlarında bir kolaylaşma sağlamıştır.

Muhalefet

Bu tartışmalar yaz aylarında özellikle Ulusal Öğretmenler Birliği (National Union of Teachers – NUT) Başkan Yardımcısı Kiri Tunks’ın kişisel fikirlerini belirttiği ve Sabah Yıldızı (Morning Star) gazetesinde yayımlanan, GRA’ya bağlı değişikliklere şiddetle muhalefet ettiği bir yazı yazmasıyla alevlendi. Tunks, yazdığı yazıda bu yasaya bağlı değişikliklerin “kadın teriminin kendisini önemsiz bir hâle getireceğini”, “kadınların güvenli bölgelerini tehdit edeceğini” ve buna benzer başka bir sürü soruna yol açacağını yazmıştı. Bu argümanlar; bazı radikal feministler tarafından da kullanılan trans haklarını kadın haklarına ve hatta kadınların güvenliklerine karşı bir tehdit olarak nitelendiren argümanların sadece bir örneğiydi.

Bütün bunlar arasında içinde bulunduğumuz senenin başında toplanan NUT konferansında, delegelerin ezici çoğunluğunun GRA değişikliklerini desteklediğini belirtmek ayrı bir öneme sahiptir. Buna benzer tartışmalar önümüzdeki dönemde sendikalarda da NUT’ta yaşananlara benzer bir yere evrilecektir.

2004’te GRA kabul edildiğinde getirdiği değişiklikler açısından, yani transların cinsel yönelimini cinsiyet değiştirme operasyonu geçirmek zorunda kalmadan beyana göre kanun önünde kabul etmesi açısından ilerici bir yasaydı. Bu kısım önemli çünkü bazı translar cinsiyet değiştirme ameliyatı geçirmeyi tercih ederken, bazı translar içinse sadece isimlerini değiştirmek veya hormon kullanmak yeterli.

Kazanımlarına rağmen yasanın getirdiği büyük kısıtlamalar var. Mesela kimlikteki cinsiyet hanesini değiştirmek için Toplumsal Cinsiyet Tanıma Sertifikası almak isteyen bir trans, Toplumsal Cinsiyet Tanıma Paneline başvurmak, bir jüri karşısında bulunduğu durumu savunmak durumunda ve günün sonunda kimlikteki cinsiyet hanesinin değişip değişmeyeceğine de bu jüri karar veriyor. Üstelik de yasaya göre başvuruda bulunan kişiye cinsiyet disforisi (biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin örtüşmemesi durumu) tanısı konmuş olmalı, kişi en az iki yıl boyunca kendini tanımladığını cinsiyet kimliğiyle yaşamalı ve hayatının geri kalanında da bu kimlikle yaşama niyetinde olmalı.

İki yıllık bekleme süresi yüzünden bazı trans kadınlar, kimlikleri yasallaşmadan herhangi bir suçtan hüküm giydiğinde erkeklerin arasında mahkûmiyetlerini sürdürmek zorunda kalıyor. Bu durum ciddi hatta bazen de ölüme sebebiyet veren taciz, istismar ve tecavüz olaylarına kapı açıyor. Daha geniş bir ölçekte baktığımızda ise iki yıllık bekleme süresi, transların sosyal hizmetlere erişmelerini ya da en basit haliyle arzu ettikleri cinsel kimlikle yaşamalarını engelliyor.

Bu sonbaharda tartışılan ve GRA’da değişiklik öngören tasarı ise Danimarka ve İrlanda’da halihazırda geçmiş olan ve Toplumsal Cinsiyet Tanıma Sertifikası almak isteyenlerin herhangi bir şekilde tanı konmadan, bir jüriyi ikna etmek zorunda kalmadan; beyan yoluyla kanunen tanınmasının önünü açıyor.

Hadi bunu bir perspektif içinde ele alalım: GRA’da yapılması öngörülen değişiklikler transfobiyi sona erdirecek değil. Yasalarda yapılan bu tarz değişiklikler aşağıdan bir mücadelenin yansımasıdır. Ancak bu değişiklikler baskının bir kısmını azaltacak, devletin izin verdiği tek yolla kimliklerinin kanunen ve sosyal olarak tanınmasını isteyen transların maruz kaldığı bekleme süresi ile ilgili problemleri ve duygusal karmaşayı ortadan kaldıracak.

İşte tam olarak bu sebeplerden bu değişiklik desteklenmelidir.

Maalesef bazı radikal feministler ve sendikal hareket içindeki bazı solcular GRA’da yapılacak olan değişiklikleri bu şekilde yorumlamıyor. Örneğin; Tunks’ın yazısındaki gibi self deklarasyon yoluyla cinsel yönelim beyanının sadece kadınların olduğu güvenli alanları yok edeceğini, “kadın” teriminin içini boşaltacağını ya da biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki farkı tehlikeli bir biçimde zayıflatacağını anlatıyorlar.

Defalarca duyduğum bir başka argüman ise GRA’da yapılması öngörülen değişikliğin pedofil bir tecavüzcü ve katil olan Ian Hunley’nin kadın olduğuna dair cinsiyet beyanında bulunması ve böylelikle kadınların bulunduğu hapishaneye gitmesiyle kadınların güvenliklerini zayıflatacağı iddiasıydı. Bu gerçekten çok yavan bir argüman. Açıkça söylenebilir ki başkalarına saldırma ihtimali olan tehlikeli bir suçlunun böyle bir saldırı gerçekleştirebileceği bir pozisyonda bulunmasına izin verilemez. Bu; trans ya da natrans, kadın ya da erkek bütün bireyler için geçerlidir. Burada daha da garip olan şey; bu argümanın altında yatan imanın kadın hapishanelerinin, kadınlar için bir güvenli bölge olduğu fikri olmasıdır.

Güçlendirme

Avustralyalı bir akademisyen olan Sheila Jeffreys, 2004’te kabul edilen orijinal GRA’ya bir radikal feminist bakış açısıyla itiraz etmişti. Toplumsal cinsiyet rollerinin bu tarz kanunlarla güçlendirildiğini iddia ettiği ve 2008’de yazdığı makalesinde, toplumsal cinsiyet -ki Jeffreys’e göre bu bir toplum sözleşmesidir ve kötüdür- ve biyolojik cinsiyet -biyolojik bir gerçeklik- arasında net bir ayrım yapılmadığını tartışmıştı. Bunun yerine, transların resmi olarak önem taşıyan "biyolojik cinsiyetlerini" arzu ettikleri cinsel kimliğe göre değiştirmelerine izin veriyordu.

Jeffreys’in makalesinde GRA’nın bir zayıf yönü olduğunu tartışırken haklı ancak bu zayıf yönün makalesinde kullandığı argümanlarla alakası yok. GRA'nın zayıf yönü, yalnızca ikili cinsiyet sisteminin tanımlarına olanak vermesidir, her bireyin kendini kadın ya da erkek olarak tanımlaması gerektiğini dikte eder, dolayısıyla ikili cinsiyet sistemi içerisinde tanımlanamayan interseks cinsiyetlere dair bir hüküm içermez. Sheila Jeffreys ise toplumsal cinsiyeti ataerkilliğin bir parçası olarak tanımlar ve tamamen ortadan kaldırılması gereken bir şey olarak değerlendirir. Hatta daha da ileri gider: trans kimliğinin kendisini “hiç var olmaması gereken” toplumsal cinsiyet kavramı içinde tanımladığını söyler ve dolayısıyla temelde problemli bir kimlik tanımı olduğunu iddia eder.

Gelecekte toplumsal cinsiyet rollerinin var olmadığı bir toplum tahayyül ettiğimiz için toplumsal cinsiyet çeşitliliğini reddetmek ücret sisteminin olmadığı bir gelecek tahayyül ettiğimiz için ücretlerin yükseltilmesi adına verilen mücadeleyi reddetmek gibidir. (Gülmeyin! Bazı erken dönem İngiliz Marksistleri bunu gerçekten tartışmıştı.) Bu ise tamamen kuramsal ve hem harekete hem de bireylere zarar veren bir perspektif.

İkinci olarak Jeffreys, GRA’nın toplumsal cinsiyet ve biyolojik cinsiyet arasında net bir ayrım yapmadığını söylerken haklıdır. Ancak bu GRA’nın olumlu yanlarından biridir. Çünkü yasanın cinsiyet değiştirme ameliyatı olmak istemeyen veya ameliyat olmak için imkânı olmayan insanları kapsayabilmesinin sebebi budur. Trans bir kadın da New Statesman’de yayımlanan makalesinde sadece “yanlış bedende sıkışıp kalmış” ve biyolojik cinsiyetini toplumsal cinsiyetine uyumlu olarak değiştirmiş olan transların devlet tarafından tanınması gerektiğine dair bir perspektif savunmuştu. Ancak son yıllarda trans yaşamının olağanüstü şekilde artan görünürlüğü gösterdi ki bu argümanlar en basit ifadesiyle transların kişisel tecrübelerini tam olarak yansıtmıyor ve birçok trans doğdukları biyolojik cinsiyeti kendilerini ait hissettikleri toplumsal cinsiyetin önünde bir engel olarak görmüyor.

Bazı feministlerin bu konuyla alakalı dillendirdikleri argümanlardan birisi de kadın veya erkek olarak yetiştirilmiş olmanın bizi kadın veya erkek yaptığı ve transların bu tecrübeye sahip olmadıklarıdır. Trans bir kadının, küçüklüğünden itibaren “makbul bir kız” olarak yetiştirilmiş kadınların maruz kaldıkları baskıyla ilgili hiçbir tecrübeye sahip olmadığı iddia edilir. Hatta Radyo 4’te Kadın Saati adlı programın sunucuları trans kadınların aslında kadın olmadıkları çünkü yıllardır mücadele eden feministlerin aksine trans kadınların kadın hareketlerinin tarihine dair hiçbir şey bilmediklerini dahi tartışabilecek kadar ileri gitmişlerdi. Şimdi bu tecrübeler kadın olmak için gereken bir kriter hâline mi geldi?

Tabii ki oğlan çocuğu olarak yetiştirilen biriyle kız çocuğu olarak yetiştirilen birinin tecrübesi aynı değil, ancak bu tam olarak ne kadar önemli? İsviçre’de yetiştirilen bir kız çocuğu da Hindistan’da yetiştirilen bir kız çocuğuyla aynı tecrübeye sahip değildir. Fakirlik içinde yetişen bir erkek çocuğu, Prens George’la aynı tecrübeye mi sahip? Bir trans, cinsiyetini değiştirmediği sürece hiçbir şekilde yanlış cinsiyetle tanımlanmış olmanın getirdiği ıstırabı yok edemez, arzuladığı cinsiyete geçtiğinde ise -eğer bu kişi bir trans kadınsa-  ya cinsiyetine yönelik baskı ve zulümle yüzleşmek zorunda kalır ya da toplum tarafından sadece trans olarak yaftalanır ve yazının başında da bahsedildiği gibi kendisini çok daha ölümcül eziyetlerle mücadele etmek zorunda olduğu bir durumda bulur.

Esasen gelinmesi gereken nokta şudur: Ne devlet ne sendikal birlikler ne de kadın hareketlerinden natrans kadınlar translara ne olduklarını söyleyemez. Kadın hareketlerinin en temel taleplerinden birisi kadınların kendi bedenleri üzerinde kontrole sahip olmaları gerektiğidir. Buna göre translar da kendi bedenlerinin kontrolünü ellerine almaktan azade olamazlar değil mi?

Bazı trans teorisyenler feministlerin bu tarz argümanlarına biyolojik cinsiyetin tam olarak ne kadar stabil bir konsept olduğunu sorgulayarak ve insan biyolojisinin basitçe tanımlanabilecek ikili bir cinsiyet sistemine sıkıştırılamayacağı gerçekliğini belirterek karşılık verdiler. Hem penise hem de vajinaya sahip olarak veya farklı kromozom oranlarına sahip olarak doğan ve daha da çoğalabilecek bir genetik çeşitlilikten bahsediyoruz. Bununla birlikte insan popülasyonunun çoğunluğunun kadın ve erkeklerden oluşuyor olması bu kalıba sığmayanların var olmadığı anlamına gelmez. Toplumsal cinsiyet biyolojiye indirgenemez, insan davranışını belirleyen çoğu etken gibi toplum tarafından biçimlendirilir ve bu sebepten mahiyeti de toplumsal olmak zorundadır.

Özel mülkiyet

Bununla birlikte toplumsal cinsiyet basitçe bir “seçim” ya da kimlik siyasetinin içinde kök salmış gerçek temelleri olmayan bir “yaşam tarzı” değildir. Bildiğimiz kadarıyla insan biyolojisi son 200 bin yıldır değişmemiştir ve bu sürenin çoğunda kadınlara yönelik bir baskı yoktu. Bu gibi kanıtlar gösteriyor ki kadınların maruz kaldığı baskının temelinde insan biyolojisi yatmaz. Sistematik cinsiyetçi baskı son 10 bin yılda tek eşlilik gerektiren özel mülkiyet kavramına ve ataerkil miras bırakma sistemine, sonrasında ise evde ücretsiz emek sarf eden, mirasçılar doğurup onları yetiştiren ve günün sonunda işçi sınıfına bakan ve doğurma yoluyla işçi sınıfını yeniden üreten kadınlara ihtiyaç duyan sınıflı toplum yapısının tesis edilmesiyle başlamıştır.

Binyıllar boyunca toplumsal cinsiyet, geçtiğimiz ay ABD’de yaşanan ve uzun saçlı olduğu için bir erkek çocuğunu okuldan uzaklaştırmaktan, Orta Çağ Avrupası’nın bazı bölgelerinde karşı cinsin giysilerini giydiği için insanları idam etmeye kadar varan yöntemlerle kontrol altında tutulmaya çalışılmıştır.

Burjuva aile yapısının erkek, kadın ve çocuklar arasında hiyerarşi bir yapı oluşturan ve boşanma sürecinin olmadığı katı konsepti 19. yüzyıl İngiltere’sinde, kadınları evde bedava çalıştırmak isteyen ve itaatkâr, sağlıklı, eğitimli bir işçi sınıfına ihtiyaç duyan egemenler tarafından tesis edilmiştir. Kadınların içe dönük, itaatkâr, sevecen ve duygusal olması beklenirken erkeklerin de dışa dönük, güçlü ve çalışkan olmaları bekleniyordu. Bu aile tiplemesine eşlik eden ve toplumda yaygın olan genel ahlak anlayışı da toplumsal cinsiyet kalıplarına uymayan eşcinselleri ve çeşitli grupları yasadışı ilan etti.

Bu yüzden natrans kadınların ve transların maruz kaldıkları sistematik baskı aynı sosyal ilişkiler çerçevesinde şekillendiği için birbirinin karşıtı olmaktan uzaktır. Bize zarar veren toplumsal cinsiyet beklentilerinin üstesinden gelmek, sosyal ve sağlıkla ilgili haklara dair kazanım elde etmek, kendi bedenlerimizin kontrolünü elimize almak vb. hepimizin yararına olacaktır.

Sendikal hareket, trans haklarını özgürleşme mücadelesinin merkezi bir parçası olarak ele almalıdır, eğer tartışılması gerekiyorsa tartışmalıdır. Bu daha geniş hareketlerde de geçerlidir. Transkritik feministler ve diğerleri bu sorunun bir tartışma platformuna taşınmaması gerektiğini söylerken yanılıyor. Dolayısıyla onlara meydan okunmalı ve tartışılmalı. Yapıcı davranmayanlar harekete zarar veren bir hâl içindeler. Mesela gazeteci Julie Burchill trans kadınlar hakkında yaptığı “Onlar (translar) her zaman makyajlı dolaşan, uysal, her şeye sırıtan ve asla pantolon giymeyen kişilerdir” yorumu gibi hakarete varan yorumlar yapanların baskıyla mücadele etmeye niyetli olmadıkları çok açık.

Birimize verilen zarar hepimize verilmiş gibidir, zulme uğrayan bir topluluk için ayağa kalkmak geri kalan herkesin de mücadelesini besler. 2015’te İrlanda’da buna benzer bir toplumsal cinsiyet yasası tasarısı kanunlaştığında yaşananlar da bunun bir örneği. Tek bir kadın bile bu değişikliğin kendisinden kayaklı olan bir güvenlik problemi yaşamadı. Kadınların mücadelesine zarar vermekten çok uzak bir şekilde, son iki yılda kürtaj hakkı için yapılan mücadelede büyük bir büyüme gözlemlendi ayrıca 2015’te yapılan bir referandumda İrlandalılar eşcinsel evliğin yasalaşması için oy verdiler. Bağnazlığı tüm cephelerde reddetmenin verdiği güven, mücadeleyi karşılıklı olarak sağlamlaştırdı. 

Transların haklarının tanınmasının kadınlara zara vereceğini gösteren hiçbir kanıt yok, ancak bu hakların tanınmamasının translara zarar vereceğini gösteren tüm kanıtlara sahibiz. 

Sally Campbell

(Socialist Review'dan çeviren Rumeysa Özüyağlı) 

Bültene kayıt ol