Anlattığın benim hikâyem değil

05.05.2015 - 09:59
Haberi paylaş

AKP’nin 40 saniyelik reklam filminden bahsediyorum. Filmdeki oyuncu, 90’larda İmam Hatip’ten mezun olmuş bir kadını canlandırıyor. Kadın katsayı engeline rağmen başarılı olmuş, üniversiteyi kazanmış, lakin ikna odası engeline takılıp ‘evine’ dönmüş. Sonra ne mi olmuş? AKP, beyaz atıyla gelmiş, yasağı kaldırmış, hayat bayram olmuş. Onlar konuşmuş, AKP yapmış.

Reklamın da siyasetin de dilinin yalan konuşmasına alıştık da, insan kendine dair, içinden geçtiği durumlara, duygulara dair bir hikâye duyunca bir duraklıyor. Yahu diyor, böyle miydi bu hikâye? Böyle başladıysa da, böyle mi sürdü, böyle mi bitti bu hikâye?

Bu reklam filmini izlediğim ilk andan itibaren, AKP’nin yine sahneyi işgal ettiğini, rol çaldığını, hayatlarımızın üstüne bir kez daha bastığını hissettim. Bu anlatılan bizim hikâyemiz değil.

Başörtüsü yasağı, Şubat 97’de başlamadı, çok daha uzun bir tarihi var. Başını örten kadınların kızları olarak ve başını örten kadınlar olarak çok katmanlı ayrımcılıklar yaşadık. Hayatlarımız başımızdaki örtü üzerinden şekillendirildi, zamanımız daraltıldı, düz yolu bırakıp dar patikalardan dolaştık. Birçok kadın eğitim ve iş hayatından dışlandı, dünya düzeninin “bir şey yap ki bir şey ol” çağrısına karşılık veremediğini hissetti. Birçokları evlerinde ya da bulabildikleri başka alanlarda üretken olmaya çalıştılar. Ya da daha önce Huri’nin yazdığı gibi hayatları üniversite kapısında ikiye bölündü.

Bütün bu yaşananları tek bir cümleyle özetlersek: başörtüsü yasağı bizi, kıyafetini dini norma göre şekillendiren kadınları, ‘başörtülü kadın’ yaptı. Önümüze lanet gibi eklenen bir sıfatla yaşadık, yaşıyoruz hala. Yanlış anlamayın. Lanet başımızdaki örtüde değil, hepimizi tekil bir sıfat tamlamasına dönüştüren gündelik analiz, yargılama ve aşağılamalarda. Mağdur olan/mağdur edebiyatı yapan, dışlanmış/fazla görünür olmuş, çirkin/fazla süslü vs. vs. Gün geçmiyor ki sağdan, soldan, ulusalcı muhafazakârdan, dindar muhafazakârdan kim olduğumuza, ne yaşadığımıza dair bir analiz duymayalım.

Elbette bu analizlerin hiçbiri, AKP reklamındaki o ‘uzun mücadelelerden sonra’ ifadesinin altını dolduramıyor. Zira başını DA örten kadınlar, sadece ikna odalarında mücadele vermediler. Biz üniversite kapısında bizi eve göndermek isteyen İslamcı erkeklere karşı da mücadele verdik. Ben üniversiteden sonra akademik kariyere devam etsem mi diye düşünürken, şimdilerde başbakan olan bir akademisyenin, ‘kız öğrencilere yatırım yapamıyoruz, ilerde evlenir, çoluk çocuğa karışır, verimli bir akademik çalışma yapamaz’ yorumlarına maruz kaldığımı dün gibi hatırlıyorum.

Dahası da var. Biz bir grup kadın “başörtülü aday yoksa oy da yok” kampanyası yaptığımızda, yine bu reklam filmini çeken parti tarafından, şimdi varlığı bile ‘şüpheli’ hale gelen Ergenekon örgütüne destek olmakla suçlandık.

Peki diyeceksiniz ki iktidar partisi başörtüsü yasağını kaldırmadı mı? Evet, kaldırdı. Hatta bu arada bir de kapatma davası geçirdi. Sonra davadan güçlenerek çıktı. Her seçim döneminde başörtüsü yasağının üstüne başka türlü basarak yükseldi. Başını örten kadınların hayatları ezildikçe o yükseldi.

Bunun en sarih ve fakat en acıtıcı örneğini Gezi’de yaşadık. Sokağa Gezi’nin rüzgârıyla çıkanlar arasından bir kısım insanın sözlü ve fiziksel saldırılarına maruz kalan kadınların hepsini yalancı çıkaracak bir yalan operasyonu yaşadık. Belki yaşanmış, belki de hiç yaşanmamış bir taciz/sataşma olayı, Türkiye’de sokağa çıkan muhalefeti karalamak, en çok da Müslüman muhalefeti sindirmek için kurgusal bir anlatıya dönüştürüldü. Devlet muhakkak ilk defa yalan söylemiyordu, lakin söylenen yalanla yine başını örten kadınların sırtına basarak güçlenme hedefleniyordu. O günlerde ve sonrasında bize yaşatılanları hatırlamak bile istemiyorum.

Şimdi ‘başımıza’ özgürlük getiren devlet aynı anda elimizi kolumuzu bağlıyor. AKP yaşadıklarımızı belli biçimde hatırlayalım istiyor, hep bizi tekilleştiren bir sıfatla dolaşalım; hep geçmişi yeniden yeniden yaşayan ‘başörtülü kadın’ olalım istiyor. Dahası, bize açtığı yeni ihtimaller içinde yine de evi tercih edelim istiyor. Yukarıda bahsettiğim, şimdilerde başbakan olan akademisyen, kadınlara ‘hayatın doğal akışını değiştirmeyecek’ şekilde siyasete katılmalarını salık veriyor. Yarı zamanlı, taşeron, güvencesiz şartlarda çalışan kadınların; evde çocuk ve yaşlı bakımı gibi işleri doğal bir şekilde üstlenen kadınların ise bu hikâyede zaten yeri yok. Onlar için yeni bir Türkiye yok. Biz konuşuruz, onlar yaparlar.

Bütün bu resimde, bir kısım muhalefetin, bizleri ‘başörtülü kadın’ sıfat tamlamasına kıstıran olaylar ve durumlar hiç yaşanmamış gibi davranmamızı istemesi/beklemesi ise ayrı bir yazının konusu.

Feyza

(Reçel-Blog)

Bültene kayıt ol