Ankara’da Sosyalist Tartışma: Burjuva demokrasisinin krizi ve Ekim Devrimi’nden ilham almak

19.10.2017 - 07:51
Haberi paylaş

Geçtiğimiz hafta Ankara’da gerçekleştirilen Sosyalist Tartışma toplantılarında, Ekim Devrimi’nde işçi demokrasisi, LGBTİ hareketi ve ezilenlerin birliği, yerli ve milli koalisyon üzerine üç ayrı oturum gerçekleştirildi.

DSİP tarafından düzenlenen Sosyalist Tartışma 2017 toplantılarının ilk ayağı, 7 Ekim’de Tekirdağ’da gerçekleştirilmişti. 14 Ekim’de ise Ankara’da düzenlenen Sosyalist Tartışma’nın ilk oturumunda, “1917-2017: İşçi demokrasisi mümkün mü?” sorusu üzerine KHK ile ihraç edilen barış akademisyenlerinden Can Irmak Özinanır ve DSİP MYK üyesi Yıldız Önen birer sunum yaptı.

Sunumuna burjuva demokrasisinin mümkün olup olmadığını sorgulayarak başlayan Can Irmak Özinanır, burjuva ideologlarının dahi bu soruya netçe yanıt veremediğini, her dönemde “meşruiyet krizi” tartışmalarının yaşandığını aktardı.

Pol Pot veya Kuzey Kore gibi örnekleri düşününce benzer bir durumun “sosyalizm” adına da sorgulandığını dile getiren Özinanır, sosyalizmin yalnızca ekonomik bir şey olmadığını, yepyeni bir toplum kurmaya dönük bir mücadele olduğunu anlattı.

İnsanın insanı sömürme ‘hakkına’ karşı proletarya diktatörlüğü

Marx’ın demokrasi algısının çağının diğer sosyalistlerinden keskin bir biçimde ayrıldığını dile getiren Can Irmak Özinanır, “Diğerleri işçi sınıfının kendi gücünün kendisini kurtarmaya yetmeyeceğini düşünüyorlardı. Bu yüzden komplolara veya başka yöntemlere yöneliyorlardı. Marx bu toplumun tek panzehiri olarak proletarya diktatörlüğünü gösteriyordu. Burada bahsedilen diktatörlük, işçi demokrasisi dediğimiz şeyin kendisi. İnsanın insanı sömürme ‘hakkına’ karşı bir diktatörlük, çoğunluğun toplumu çoğunluğun çıkarları adına yönetmesi” dedi.

Özinanır, Paris Komünü üzerine şunları söyleyerek konuşmasına devam etti:

“Marx’ın bunları görebildiği ilk yer Paris Komünü’ydü. Burası işçi demokrasisinin ilk örneğiydi. Geri çağrılma hakkı, devlet görevlilerinin ortalama ücretten fazla alamaması gibi özellikleriyle. Çok kısa bir süre yaşayabildi. Marx buradan yola çıkarak proletarya diktatörlüğünün siyasal biçiminin ne olacağını gördü.”

Rusya’da 1905 ve 1917 devrimlerinde kurulan işçi sovyetlerinin işleyişini ve gücünü anlatan Özinanır, yüz yıllarca yıkılmazmış gibi görülen Çarlık rejiminin bu sayede kolayca yıkıldığını ve yerine ikili bir iktidar durumunun doğduğunu aktardı. İşçi sınıfı iktidarı bir hedef olarak konmadığında, radikal çözümleri öne sürmediğimiz takdirde sürekli mevzi kaybettiğimizi dile getiren Özinanır, Syriza örneğini verdi.

İşçi sınıfının radikalleşmesi ve devrimci partinin müdahalesi

Ekim Devrimi’nin Bolşevik Parti’nin yukarıdan aşağı yaptığı bir darbe olduğu eleştirisine veya stalinistlerin anlattığı gibi Bolşevik Partisi’nin saat saat planladığı bir program olduğu iddialarına karşı çıkan Yıldız Önen ise “Komün’den itibaren biriken deneyimlerin sonucunda Rus işçilerin radikalleşmesine, doğru bir Bolşevik Parti müdahalesiyle Ekim Devrimi gerçekleşmiştir. Sürece baktığınızda Lenin’in, Bolşevik Parti’nin ve işçi sınıfının nasıl değiştiğini netçe görebiliyoruz” dedi.

1917’de işçi sınıfının savaşın bitmesini ve hayat koşullarının iyileşmesini talep ettiğini belirten Önen, geçici hükümetin ise savaşın zaferle sonuçlanmasını savunduğunu ve işçilerin yoksulluğunu sürdürdüğünü söyledi. Kornilov darbesinde Bolşevikler’in çok net bir tutum aldığını ve sosyalistlere bu konuda ciddi bir miras bıraktığını, bundan sonra Rus işçi sınıfı içerisinde ibrenin Bolşevik Parti’den yana dönmeye başladığını hatırlattı.

Troçki’nin “Bolşevik Parti, kendilerini hapse atanlarla Kornolov’a karşı fiili bir ittifaka girmekte bir an bile tereddüt etmedi” dediğini hatırlatan Yıldız Önen, “Ekim Devrimi’ne gelinen süreçte Bolşevikler doğru politikalarıyla sovyetlerin içinde çoğunluğu kazanmayı başardı. Lenin ve Bolşevikler her dönemeçte işçi sınıfının güvenini kazanmaya çalıştılar. Çünkü sovyetlerde kolektif bir tartışmanın sonucunda karar alınıyordu” diye konuştu.

20-21-22 Ekim'de İstanbul'daki Sosyalist Tartışma'nın programı

“Devrimin kapılarını iş yerlerindeki örgütlü mücadele açar”

Ekim Devrimi işçi sınıfının özörgütlenme organlarının iktidarı alabildiği tek yer olsa da böyle örgütlenmelerin oluşmasının çok sayıda başka örneğinin olduğunu hatırlatan Önen, 1915’te İskoçya’da, 1972-1973’te Şili’de, İran’da ve başka yerlerde işçi mücadelelerinin içinde farklı isimlerle birbirine çok benzeyen yapılar kurulduğunu ifade etti:

“Temel sorun ise bu kitle hareketlerinin içinde onu değiştirebilecek, geliştirebilecek, liderlik edebilecek bir işçi partisinin olup olmadığı. Olmadığı yerlerde bu işçi örgütlenmeleri önce geri çekildi, daha sonra ise İran ve Şili’de olduğu gibi iktidara gelenler tarafından ezildi.”

Gezi direnişi ve Arap Baharı’ndan örnekler veren Yıldız Önen, “gündüz iş akşam direniş” sloganına değinerek, gündüz iş yerlerinde örgütlü işçi sınıfını harekete geçiremedikçe devrimin kapılarını açmanın olanaksız olduğunu ifade etti.

“Kimlikleri ayrıştıran değil bütünleştirici bir aktivizm…”

“LGBTİ hareketi ve ezilenlerin birliği” başlıklı ikinci oturumda ilk sözü alan Kaos GL ve Kaos Q+ Dergi Genel Yayın Yönetmeni Aylime Aslı Demir, kesişimsellikten bahsederek, sadece kadın veya siyah kimliğinin yeterli bir politik hat sunmadığını, bunların birbirleriyle ilişkili olduğunu söyledi. Günümüzde çoklu kimlikler mevzusunun çokça tartışılmış olduğunu dile getiren Demir, bunun bir ezilenin başka bir ezileni daha iyi anlaması gerektiği konusunda argüman olarak kullanıldığını, ancak gerçek hayatta bunun gerçekten harekete geçirici bir motivasyon olmadığını söyledi. Bu anlayışın, örneğin Türk sünni erkek bir kimliğin asla böylesi bir özgürleştirici hareketin parçası olamayacağını varsaydığını dile getirdi.

Kesişimsellik tartışmalarına daha ufuk açıcı bir politik zemin getirenin Patricia Hill Collins olduğunu vurgulayan Aylime Aslı Demir, kimliklerin çoğulluğunun üst üste biriktirmeden değil, bunları kuran iktidar ilişkilerinin ve biçimlerinin çoğulluğundan geldiğini ifade etti: “Bu iktidar biçimlerinin sadece birini kavrayarak mücadele yürütemeyiz. Örneğin, ‘Bir eşcinsel bir hayvanın acısını anlar mı?’  sorusundan ziyade, beslenme ve eşcinsellik üzerinden bu ilişkileri kuran yapıların arasındaki ilişkiyi sorgulamalıyız. ‘Zorunlu heteroseksüellikle zorunlu etoburluk arasındaki ilişki nedir, insanlar niye bunların olduğu bir dünyaya doğar ve bu nasıl şekillendirilir?’ gibi.”

“Kimlikleri ayrıştıran değil bütünleştirici bir aktivizmin işe yarar olduğunu düşünüyorum” diyen Demir, kesişimsellik tartışmalarında kapitalizmin çok geride bırakıldığını ve geliştirilmesi gerektiğini söyledi.

“LGBTİ+ hareketiyle işçi hareketi arasındaki birlik özgürlükçülük üzerinden kurulabilir”

Toplantının diğer konuşmacısı Merve Diltemiz, DSİP’li ve LGBTİ+ aktivisti olduğunu, bunlardan birisinin diğerini dışladığını düşünmediğini söyleyerek “Sınıf hareketi inşa edeceği varsayımıyla LGBTİ+ kimliğini yok sayanlar olabiliyor, sol hareket içerisinde eskiden daha yaygındı, bugün Türkiye’de gelişen LGBTİ+ hareketi sayesinde artık bunu açıkça söylenemiyor. Solda sapkınlar olarak gören, dışlayan eğilimler hakimdi eskiden” dedi.

Bunun yanı sıra bir arada hareket edenlerin de olduğunu belirten Diltemiz, “LGBTİ+ hareketinin dayanışma pratiklerine bakarsak işçi sınıfıyla bir ayrımı olmadığını görebiliriz. 1970’lerde Kara Panterler’le LGBTİ+ hareketi işbirliği içinde. Feminist hareketle, savaş karşıtı hareketle, çevre hareketiyle de böyle bağları var. Pride filminde anlatıldığı gibi, 1984-1985’te İngiltere’de maden greviyle dayanışan LGBTİ+ örgütleri vardı. Türkiye’de Tekel direnişinde iki hareketin nasıl birleşebildiğini gördük. Pembe Hayat yemek getirdi, ofisini açtı işçilere. Bu direniş sırasında bir yakınlaşma olduğunu gördük” diye konuştu.

LGBTİ+ hareketinin Gezi’de bu kadar görünür olmasını zaten sokakta uzun bir mücadele deneyimine sahip olmasına bağlayan Merve Diltemiz, “LGBTİ+ hareketiyle işçi hareketi arasındaki birlik özgürlükçülük üzerinden kurulabilir. İkisi de başka bir dünyanın mümkün olduğunu düşünüyor. Patronsuz pezevenksiz bir dünya istiyoruz sloganı bunu güzel özetliyor” ifadelerini kullandı.

Diltemiz ayrıca, “Sosyalistleri queerleştirmenin ve queerleri sosyalistleştirmenin hazır bir reçetesi yok, sürekli bir sorgulama süreciyle mümkün olabilir ancak” dedi.

Yerli-milli nasıl oluştu?

Son toplantıda ise Sinan Laçiner ve Tolga Tüzün’ün sunumlarıyla “Yerli ve milli: Yeni bir ideoloji mi?” sorusuna yanıt arandı.

İki sene önce Tayyip Erdoğan’ın “teröre karşı” bir mitingde kullanmasının ardından “yerli ve milli”nin siyasetteki ana karamlardan biri hâline geldiğini ve AKP’li yazarların bunun ne anlama geldiğini anlatmak için yazılar yazmaya başladıklarını dile getiren Sinan Laçiner, “400 yerli ve milli vekil, anayasayı değiştirmek için yeterli vekil sayısı; aynı zamanda HDP’yi siyasal ve toplumsal hayattan silmenin yöntemi olarak ortaya atıldı. Daha sonra yerli ve milli bilim, sanayi, ekosistem vs hayatın neredeyse tamamına totaliter bir içerikle yayıldı” dedi.

2002’de iktidara geldiğinde AKP’nin tepesinde Demokles’in kılıcının sallandığını, bu partinin rejimi değiştireceğinin ve bu yüzden engellenmesi gerektiğinin düşünüldüğünü dile getiren Laçiner, şöyle devam etti:

“İki muhalefet gelişti buna karşı: birincisi sivil siyaset alanında yarıştığı diğer partiler, ikincisi ise devlet içinde bir muhalefet ve açık darbe olasılığı. Devletin klasik seçkinleri, siyasal alana müdahale ederek AKP’yi yıpratıp yönetemez hâle getirmeye ve düşürmeye yönelik çeşitli seçenekleri denediler. AKP buna karşı kendisinin ılımlı-demokratik, Milli Görüş gömleğini çıkarmış, birlikte çalışılabilir bir seçenek olduğunu anlatmaya koyuldu. ABD’ye anlattı, TÜSİAD’a anlattı. İkinci olarak da içeride bu algıyı pekiştirecek adımlara koyuldu, varlığını devam ettirebilmesi için böyle bir hat izlemesi gerekiyordu. Siyasi rakiplerini ise çok kolay alt etti; CHP muhalefeti, AKP öncesi döneme dönüş dışında bir şey vadetmiyordu ve otoriter/halk düşmanı bir dil kullanıyordu. Bu seçkinci ve itici dilinin dışında toplumu bir kültür savaşları içerisinden, Mustafa Kemal ve ilericiler ile gericiler arasındaki rekabet olarak okuyordu. Toplumsal ve sınıfsal problemleri görmezden geliyordu bu anlatı. Üstelik rakipleri, bunu CHP’den daha başarılı yaptılar.”

“Yerli ve milli söylemi akut bir kriz döneminde devreye sokuldu”

2013’te AKP’nin çözüm süreciyle birlikte “bütün milliyetçilikleri ayakları altına alma” noktasına vardığını dile getiren Sinan Laçiner, aynı yıl “liberallerle yolları ayıracağız” gibi bir ifade de kullanıldığını, bu tarihlerden itibaren AKP’nin muhafazakâr demokrasi şablonunun giderek otoriter popülist diyebileceğimiz bir yöne doğru meyletmeye başladığını, buradan çözüm sürecinin bittiği günlere gelindiğini aktardı.

Laçiner şunları vurguladı:

“Yerli ve milli böyle bir arka plan üzerinden gelişti. İdeolojik muhtevası ise Mahmut Esat Bozkurt’un kemalizm tanımında olduğu gibi “siyasal sistemi tek adamcı ve şefçi bir doğrultuda yeniden dizayn etme hedefine dönük kitle desteği yaratma” üzerine bir seferberlik çabası olarak tanımlamak mümkün. Kökenleri toplumda 100 yıldır var olan Türklük mutabakatına dayanıyor.

‘Erdoğan milleti temsil etmez, milletin kendisidir, organik bir liderdir’ deniliyor. Milletten istenen, herhangi bir devlet yöneticisine yaklaşım gibi değil, aslında kendisini cisimleştirmiş bir külte yaklaşır şekilde yaklaşması. Bunun işlevselliği şu: o lidere saldırı, millete saldırıdır, böyle algılanması gerekir.

Yerlilik kavramı, muhafazakâr sağın geleneksel olarak solu eleştirirken kullandığı kavramdır, ‘yerli değilsiniz, bu toprakları bilmezsiniz, halktan kopuksunuz’ çerçevesinde. Bu giderek daha radikalleşebilir, ‘taklitçi, züppe, dış mihrak’ gibi içindeki milliyetçilik dozu artarak gidebilir. Yabancı düşmanı bir zihniyetin yansımasıdır.

Millilik de yine sağcı bir ‘antiemperyalizm’ söylemine yaslanıyor. Düşman yabancılara karşı tüm yerli unsurların birleşmesi talep ediliyor. Karşı taraf bir süper din üzerinden, mesela Hristiyanlık, tanımlanıyor ve buna karşı birlik de İslam üzerinden kurgulanıyor. Yerlilik toplumu tek bir insan gibi algılamaya dayanıyor.

Yerli ve milli yeni bir ideoloji mi? Olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Türklük sözleşmesinde artık çok fazla vurgulanmayan Müslümanlık vurgusunun, en azından Türklük söylemiyle eşit seviyeye gelmesi yeni sayılabilecek yönü. Kapsamının genişletilmiş olması önemli. Akut bir kriz döneminde kullanıma sokulması, bundan önce ‘milli birlik ve beraberlik’ diye bildiğimiz seferberlik çağrılarının yeterli görülmediği bir durum, devlet iktidarının sürdürülmesi açısından bir kriz boyutu olduğunu gösterir.”

Yerlinin “biz”i ve milli “biz”

Sözlerine “Yerlilik ve millilik tarihsel olarak ayrı iki kavram” diyerek başlayan Tolga Tüzün ise şöyle devam etti:

“Yerlilik, Antik Yunan’da bir şehre ait olup olmamakla ilgili bir şey. Bazı haklar üzerinden özne olarak o mekanla ilişkini tanımlayan bir şeydi. O şehirde doğmayıp o şehirde olanlara yabancı denilirdi. Eski Roma’ya gittiğiniz zaman, şehir üzerinden değil, şehrin içindeki davranış kodları üzerinden bir yerlilik tanımı yapılırdı. Hemşehrilik babında elitist bir ilişki kurabiliyorlardı. Bu, yerleşik toplumlara geçilmesininh ardından göçebe topluluklardan duyulan korkunun kavramsallaştırması olarak alınabilir.”

Kapitalizme geçişle birlikte kentlere göçün bu yerlilik kavramını dağıttığını belirten Tüzün, milliyetçiliğin yarattığı “biz”in bu dağılan “biz”i toparlamaya çalıştığını söyledi:

“Cemaatin ‘biz’i, yerlinin ‘biz’i ile millinin ‘biz’ini ayırıyorum. Millinin ‘biz’i, ‘Ermeni Soykırımı bu ülkenin kurucu projesidir’ denilerek açıklanabilir. Sinan’ın dediği gibi bir sözleşme, mutabakattır. Milli ‘biz’ yukarıdan tanımlandıkça, yukarıdaki o ‘biz’ adına konuşma gücüne sahip oluyor: ‘Bir gece ansınız gelebiliriz (biz)’ gibi.”

Tolga Tüzün, yerli ve millilik kavramında yeni olanın ne olduğunu sorgulayarak şöyle devam etti:

“Bu yerlilik ortadan kaybolduktan sonra, hâlâ kapitalizmin altında çalışmaya ve milliyetçi ‘biz’i kurmak için bir araçsallaştırmaya döndükten sonra, direkt sağ muhafazakârlığın tekeline girmiş durumdu. ‘Biz bir zamanlar burada böyle yaşardık, hâliyle şimdi de böyle yaşarız’ demek. Aslında buranın yerlileri başkalarıydı. Onların milli ‘biz’ içine dahil olmadıkları anlaşılınca teker teker ortadan kaldırıldılar. Milliyetçi muhafazakârlığın somut olarak üstünü örtemediği bir kimliğin soyut olarak örtülmesi çabası var. Türk kimliği burada yaşayanları hiçbir şekilde kapsamıyordu. Balkanlara gidip ‘Ben Osmanlıyım’ diyeni ‘Hayır sen Türksün’ diyerek Anadou’ya getirme, bunun dışında asimilasyon ve toplu imhadan bahsediyoruz, milli ‘biz’ böyle kuruldu.

Milli ‘biz’in özneleri kapitalist neoliberalizm altında yaşayan bireyler, ancak birey olduklarının farkında değiller. Burada ideoloji başlıyor. Onlar Türk milliyetinin bir parçasılar. Kapitalist sömürü mekanizmasının üstünü örten bir şey. Örneğin Trump’ın yerlileri, aslında o ülkenin yabancıları.”

“Neoliberalizm toplumda kendisini kanılar üzerinden örgütlüyor”

Sınıf mücadelesinin milliyetçilik açısından korkutucu bir şey olduğunu dile getiren Tüzün, “Post-truth diye bir dönemde olduğumuzu düşünmüyorum çünkü önceden de ‘truth’ olduğunu düşünmüyorum. Hakikati tasfiye etmeye çalışmak, neoliberalizmin kült bir takım şemaları devreye sokarak toplumun yönetilmesini daha da kolaylaştırmak için uyguladığı bir şey. Eskiden var olan somut veri ve düşünceler üzerinden bir dünyayı anlama hâlnden, çok daha eskiden kullanılan doksa (kanılar) üzerinden kurulan yepyeni bir bilme hâline geçiliyor. Böyle bir durumda bilimsel bilgi ve akademisyenler yararlı değildir; bunu sağlayacak olanlar kanaat önderleridir. Neoliberalizm kendisini toplumda kanılar üzerinden örgütlüyor” ifadelerini kullandı.

İktidarın hangi gruplara nasıl seslendiğini anlatan Tolga Tüzün, yerli ve milli olanlara nasihat verildiğini veya güzelleme yapıldığını, yerli ve milli olmayanlara “dış mihraklar”, “ajanlar”, “Yahudi, Ermeni, Rum lobileri” denildiğini ve tehditler savurulduğunu; yerli olmayıp milli olan Türki cumhuriyetler, Arakan, göçmen Türkler gibi gruplar için “kardeşlik” veya “gönül coğrafyası” denildiğini, yerli olup milli olmayan Rum, Ermeni, Yahudi, Kürt vs gruplar içinse tehditle tembihin yan yana kullanıldığını aktardı.

Sosyalist Tartışma, salondan yapılan katkıların ardından sona erdi.

Bültene kayıt ol