(Röportaj) Cihangir İslam: “Adalet Yürüyüşü, yüzde 49’u yüzde 100’e çıkarma çabasıdır”

17.07.2017 - 01:46
Haberi paylaş

Hem darbeye karşı direnişte sokağa çıkan hem de geçtiğimiz haftalarda düzenlenen Adalet Yürüyüşü’nün tamamında yer alan Prof. Dr. Cihangir İslam ile 15 Temmuz’un birinci yıl dönümünde bir söyleşi gerçekleştirdik.

Ortopedi ve omurga cerrahisi uzmanı bir akademisyen olan Cihangir İslam, aynı zamanda yıllardır adalet mücadelesi veren bir aktivist. Geçmişte Mazlum-Der ve Has Parti’nin kuruluşlarında yer aldı. Bugünlerde Adalet Zemini ile Hak ve Adalet Platformu’nda yer alıyor.

İslam, 15 Temmuz 2016 gecesi darbe girişimi yaşandığında sokağa çıkıp direnenlerdendi. Üsküdar’da darbeye direniş komitesinin içinde yer aldı.

OHAL döneminde ise Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza atanların gözaltına alınmalarını eleştiren bir başka akademisyenler bildirisine imza attığı için KHK ile Kafkas Üniversitesi’ndeki görevinden ihraç edildi. Ancak bu durum onun için yabancı değildi, 1990’lı yıllarda üç kez Ankara Üniversitesi’nden atılmıştı.

Prof. Dr. Cihangir İslam, son olarak CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a başlattığı Adalet Yürüyüşü’ne katıldı. 25 gün boyunca adalet için yürüyenlerin içindeydi.

Geçtiğimiz cumartesi günü ise Adalet Zemini’nin “15 Temmuz bir daha asla! Darbelerin panzehiri demokrasidir” başlıklı basın açıklamasına katıldı.

Eylemin ardından, Cihangir İslam ile Türkiye siyasetinin genel durumu, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra iktidarın tutumu, OHAL’in yarattığı mağduriyetler, kutuplaşma siyaseti ve adalet arayışları üzerine konuştuk.

15 Temmuz’daki kanlı darbe girişimiyle başlayan süreçten barış ve demokrasi yönünde adımlarla çıkılabilirdi, hükümet OHAL ile çıktı. Toplumu rahatsız eden bir sürü uygulama var, yerli-milli bir koalisyon var, çok sayıda insanı mağdur etti. Ne diyorsunuz hükümetin bu stratejisi ve bugün gelinen durum için?

Kısacası, Ak Parti sivil siyasetin temsilcisi olarak yola çıktı, diğer merkez sağ partiler gibi devletin politikalarını devam ettiren bir partiye dönüştü. 15 Temmuz burada bir kilometre taşı. 15 Temmuz’da ne oldu? Devlet içinde örgütlenmiş bir grup, bizim bilebildiğimiz kadarıyla, darbeye kalkıştı. Bu kalkışma daha sonra bastırıldı fakat bu arada 250 insanımızı kaybettik, üç bin kadar yaralımız var. Yani toplumsal bir trajedi yaşadık. Gerçekten küçük çaplı bir iş savaş yaşadık. Ölenleri rahmetle anıyoruz, yaralananlara acil şifalar diliyoruz.

Siyasi açıdan bakarsak, bu bize şunu öğretti: Devlet içinde ister dini ister seküler vasıfta olsun herhangi bir cemaatin, cemaat gibi emir komuta zinciri içerisinde davranan grupların, devleti yönetenlerle pazarlığa girmesinin aslında nasıl büyük facialara yol açtığını gördük. Bunu önlemenin tek yolu var, bu da liyakat ve ehliyet sistemini objektif yöntemlerle devletin içine nakşetmek.

15 Temmuz’da sokaktaydım, sokaktaydık. Hemen haber alır almaz, başbakanın sesini duyar duymaz, bunun bir kalkışma olduğunu anlar anlamaz sokaktaydım. Ama samimiyetle söyleyeyim, kim yapıyor, bunun arkasında kim var, bu konuda bir fikrim yoktu. O erken saatte çıkanların hiçbirinin de bir fikri yoktu. Üsküdar meydanındaydım, oradaki olayı hiç kimsenin burnu kanamadan bitirdik. Askerlerin de aslında bundan pek haberdar olmadığını fark ettik.

Buradan nasıl bir ders çıkarmalıyız? Buna biz sokağın 15 Temmuz’u diyoruz. Yani halkın iyi niyetle, hukuk devletini korumak amacıyla, mevcut -iyi kötü işleyen- anayasal düzeni korumak amacıyla sokağa çıkması ve canı gönülden bununla mücadele etmesi. Tabiri caizse kazma kürekle mücadele etmesi. Neyle sonuçlanmıştır? Bu gaflet içindeki yöneticilerini, bu halk adeta uçurumun kenarından, cehennemin kıyısından alıp kurtarmıştır. Halka bu açıdan minnettarız ve bu 15 Temmuz yıl dönümleri sokağın 15 Temmuz’unun, bu halkın bayramıdır. Bu bayramı resmileştirmek, gerçekten bu halka büyük bir haksızlık olur. Çünkü bunun temel aktörü bu halktır.

Fakat sokağın 15 Temmuz’u daha sonra parçalandı. Nasıl parçalandı? Sabaha karşı hatırlarsanız, AK Parti-CHP-MHP ve HDP’nin ortak deklarasyonu yayımlandı. Biz o saatlerde sokaktaydık, bu sokağa büyük bir güç verdi. En azından Türkiye’nin bütün siyasal parçalarının anayasa konusunda ortak görüşte olmaları müthiş bir moral verdi. Belki ondan sonra sokaktaki şevk de arttı ve bu darbeyi bastırma girişimi hız kazandı. Zaten sabaha karşı ortalığa büyük oranda hakim olunmuştu.

Pazar günü Moda'da Cihangir İslam ile Adalet Yürüyüşü toplantısı

Fakat Ak Parti, adalet ve hukuk devleti etrafında oluşturulan bu birlikteliği ne yazık ki parçaladı. Çünkü Ak Parti kamplaşmaya dayalı bir siyaset güdüyor. Yenikapı’ya giderken HDP’yi arabadan dışarı attı. Daha sonra anayasa taslağı çalışmaları başladı. Yani cumhurbaşkanı ve hükümet, bunu fırsat bilerek, kendi istekleri doğrultusunda bir anayasayı bu rüzgarın üzerine oturarak geçirme hazırlıklarına başladı. CHP haklı olarak bu çalışmaları bıraktı. Böylece CHP’den de kurtulmuş oldu. Ak Parti, MHP ile ittifak hâlinde iş yürüttü. Niye? Çünkü bir, Ak Parti MHP’lileşti siyasi olarak. İki, MHP’ye parmak sayısı olarak ihtiyacı vardı. MHP’nin içindeki kargaşadan istifade ederek Devlet Bahçeli ve arkadaşlarını sıkıştırdı, onlar da tam destek verdiler. Referandumda gittik, referandumda istediği sonucu güç bela kotardıktan sonra aslında MHP’den de kurtuldu. Ak Parti şu anda tek başına yoluna devam ediyor. Aslında Ak Parti de değil, Sayın Recep Tayyip Erdoğan yoluna tek başına devam ediyor. Recep Tayyip Erdoğan, bu referandumla birlikte bir anlamda Ak Parti’nin yükünden de kurtuldu. Geçen gün bir konuşmasında şöyle diyordu, kulaklarımla şahit oldum: “Eğer bu ülkede yatırım yapacak bir iş adamı varsa ve belli güçlüklerle karşılaşıyorsa (bunu yabancı sermayeye söylüyor) gelsin doğrudan benimle konuşsun”. Burada iki sorun var. Birincisi, devletin içinde halledilmesi gereken bir yatırım sürecinin başkan tarafından ele alınması ve onun talimatlarıyla olurunun söylenmesi. Halbuki hukuk devletinde, başkan da hukukun altındadır. Bu ülkenin mükemmel olmasa da işleyişine, hukuk sistemine, devlet terbiyesine ve geleneğine bir anlamda küçültücü bir mesajdır.

Bunun dışında, Türkiye’ye özgü dedikleri bu cumhurbaşkanlığı sisteminden sonra partinin bir fonksiyonu kalmamıştır. İl ve ilçe başkanları bundan sonra Beştepe Sarayı’ndan gelen işlerin takipçisi durumuna düşecek ve bunları yürüten taşeronlar olarak iş görecektir ki bu, siyasetteki siyasi partilerin geleneklerine, bugüne kadarki toplum içindeki ağırlıklarına, hele merkez sağ partiler açısından bakarsanız onların halkla ilişkiler işleyişine ve yöntemlerine çok ters düşen bir olaydır. Burada kendi il başkanını ve ilçe başkanını da bir anlamda nüfuzsuzlaştırma durumuna düşürmüştür.

Siz hem 15 Temmuz’da sokağa çıktınız hem Adalet Yürüyüşü’ne katıldınız. Ortak talep olarak adaleti belirtiyorsunuz. Toplumda yıllardır bir kutuplaşma, iki ayrı meydan var. Adalet Yürüyüşü ise başladığından itibaren CHP tabanının ötesindeki kesimlere de sesleniyordu, yapılan miting de devasa oldu. Bunun sonucunda 51’e 49’luk dengenin “Hayır”cıların lehine döndüğünü söyleyebilir miyiz?

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Şu anda momentum Adalet Yürüyüşü çerçevesinde “Hayır”cıların, daha doğrusu muhaliflerin, bundan kastım bir arada yaşama iradesini ortaya koyanların eline geçmiştir. Kamuoyu yoklamalarını şahsen merak ediyorum.

Ben biraz daha geriye gidip Gezi’ye döneceğim. Gezi, esasta karşı olmasam da yöntemdeki bazı eleştirilerime rağmen, neticede iyi niyetli bir yola çıkıştır. Orada da adalet, özgürlük, kişisel bağımsızlık talebi vardır. Bunlar sağlıklı bir şahsiyetin ortaya koyması gereken birtakım taleplerdir. Bu popülasyonu bir kenara koyuyorum, Gezi’nin ruhu neticede adalet ve özgürlük ruhudur.

Sokağın 15 Temmuz’una bakıyorum, yine adalet ve hukuk devleti talebi var. Aslında sokağın 15 Temmuz’unda biz şunu da yaptık: Cumhuriyet konusunda (zaten tartışma yoktu, yine yok), özgürlükçü laiklik konusunda, demokrasi konusunda, bir arada yaşama konusunda zımnen bir mutabakata vardı bu toplum. Yani o gün HDP’lisiyle MHP’lisi gerçekten birlikte çalıştı, birbirlerini sorgulamaksızın. Birlikte slogan attılar, tankın önüne bariyer koydular vesaire. Bu, varılmış olan gerçekten iyi bir nokta.

Söylemek istediğim şudur: Gezi’nin ruhuyla sokağın 15 Temmuz’unun ruhu akrabadır. Ama kampların içinden bakarsanız bunu kaçırırsınız, göremezsiniz. Hem Gezi’de hem sokağın 15 Temmuz’unda ben insanların kendilerine o güne kadar uzak kalmış insanlarla yakınlık kurma çabasını hissettim. Bu bir özlemin işaretidir.

“Hayır”da ne oldu? Birbirinden habersiz küçük gruplar, hem İslami çevrelerden hem sol çevrelerden hem liberal çevrelerden, kendi kendine örgütlenen ve yola çıkan birtakım çevreler sokaklarda karşılaştılar. Sonra birçok yerde birlikte çalışmaya başladılar. En somut ifadesi Saadet Partisi ile CHP örgütlerinin İstanbul’da çok yakın ilişki içerisinde yaptıkları çalışmalar. Bunlar bir arada yaşama iradesini koymak açısından sevindirici şeyler. Böylece bir %49 ortaya çıktı.

%49’u aslında belki birçok “Hayır”cı da beklemiyordu. Çünkü “Evet” cephesi %65’lerden kapıyı açıyordu. Ne oldu? Güç bela %51 oldu, onun da nasıl olduğunu hâlâ tam olarak bilmiyoruz. Oldu farz edelim. Arada en az %12 puanlık bir oy kayması var Ak Parti ve MHP tabanından. Yani her beş kişiden biri kalkmış muhalif bir oy kullanmıştır, “Hayır” oyu kullanmıştır. Muhafazakâr camia açısından bakarsanız, bu zor bir harekettir. Güçlü şahsiyetlerin ortaya koyabileceği bir harekettir.

Adalet Yürüyüşü ne yaptı? Bu %49’u %100’ün önüne açma çabası olarak görüyorum. Doğru bir adımdır, biz de yürüdük. Ben baştan sona bütün etapları yürüdüm, çok başarılı oldu. Kimsenin burnu kanamadı, kimseye kötü söz söylemedik, bize küfredenlere “selam” dedik geçtik, bize taş atanlara biz gül attık.

İşin uzunluğu, bütünlüğü, kalabalıklığı ve zorluğu açısından baktığımızda, bu parametreler dairesinde olayı değerlendirdiğinizde, dünyanın en büyük eylemi gibi duruyor. Koyduğu hedef de son derece ulvi bir hedeftir.

CHP’nin parti olarak adaletle geçmişteki ilişkisi biraz sıkıntılı. 10 sene önceki Cumhuriyet mitinglerinin adaletle ilgili olduğu söylenemez. Şimdi bir dönüşüm var. Daha önce yürüyüşte de birçok kişiyle röportaj yaptık, bir kişi bile “Atatürk”, “laiklik” eksenli veya eski rejimi savunan şeyler söylemedi. Herkes için adalet talebi, bütün katılımcılarda ortak olan söylemdi. Bunun, kutuplaşma siyasetini kırma ve Ak Parti tabanından da insan kazanma konusunda etkisini nasıl görüyorsunuz?

“Evet” ve “Hayır” toplumu hangi noktadan ayırmıştır? Ben en büyük soruyu o zamandan beri düşünüyorum ve şurada buluyorum: Menfaate, lider bağlılığına veya bir başka şeye dayalı bir kutuplaşmayı benimseyenler ile bir arada yaşamayı ön plana koyanların ayrıştığı bir sandıktı.

CHP’nin tarihine hasmane bir şekilde dönmeyi ben ahlaki bulmuyorum. Bugün nesiller değişmiştir, olaylar-fiiller şahsidir, şahısları bağlar. Kaldı ki pragmatik açıdan da bakarsak, ki bakalım, tarih içerisinde kavga etmek bizim bugünkü problemlerimize çözüm oluşturmuyor. Ben kişisel olarak bir noktadan sonra bir çizgi çekilmesini ve geçmişin üzerinden bir sünger geçilmesini istiyorum. Olan biteni gömelim mi? Hayır, gömmeyelim, onlar akademik çalışma konusu olarak kalsın ve bizim bundan sonraki siyasi hayatımıza yol göstersin. Tarihten ders çıkartmazsak, tarihin ne anlamı var? Tarihi böyle bir detaylar manzumesi gibi, kim kime ne dedi, ne yaptı gibi bir klasik anlayıştan kurtarmazsak tarihin ne anlamı var?

CHP’nin sizin söylediğiniz kitleler açısından bagajı gerçekten yüklüdür. İçinde ulusalcılığı, ödünsüz Kemalistleri barındıran bir şeydir ama onlar da en azından şu referandumda, belki Cumhuriyet mitingleri sonrası Ak Parti’nin o çok yüksek başarısını gözlediklerinde bu kutuplaşmanın bir faydası olmadığını idrak etmişlerdir. Kendini konsolide eden bir Erdoğan düşündüğünüzde, siz de kendinizi konsolide etmeye çalışırsanız, oyunu onun istediği şartlarda oynamış olursunuz zaten. Daha da önemlisi kutuplaştırma ile etik bir siyasetin içinde olmazsınız.

Artı, referandumda şunu görmüş olmalılar, tırnak içinde söylüyorum o kitlenin daha önce “dinci”, “gerici” diye aşağıladığı kesimin ciddi bir inisiyatif almasıyla bu oylar %49’a dayanmıştır. 7 Haziran’da da benzer bir durum olmuştu, İslami kesimden bir grup kalkmış muhalif partilere oy vermişti.

Kimsenin görüşünü, dinini, ideolojisini, mezhebini değiştirmesini teklif etmiyorum ben. Ama şunu teklif ediyorum, kimse kendi yorumlarını mutlak olarak görmesin. Buna ben de dahilim, siz de dahilsiniz. İşte o mutlaklaştırma anından itibaren zaten zorbalık başlıyor. Bakınız, demokrasi ve özgürlükçü laikliği dikkate aldığımızda, özgürlükçü laiklik mutlaklaştırmanın sigortasıdır. Yani herhangi bir dinin herhangi bir yorumunun veya bir ideolojinin herhangi bir yorumunun mutlak anlamda doğruyu işaret etmediğini garanti eder. Yani bütün yorumların tartışılabilir olduğunu bize garanti eder. Bu kilit noktayı kaçırmamak lazımdır. Devlet yönetimi açısından baktığımızda, devlete bir dinin veya bir ideolojinin hakim olmamasıdır. Artı devletin bütün bu dini ve ideolojik gruplara eşit mesafede olmasıdır. Bu iki temel kurala dayanır. Bunların altını kazıdığınızda mutlaklaştırmayı reddetmek çıkar ki bence doğru bir tutumdur. Çünkü her yorum eleştiriye açıktır ve değişmeye muhtaçtır.

Kaldı ki mutlak doğru sizde olsa bile bu sefer önümüze başka bir problem çıkıyor. Mutlak doğru, gerçek mutlak anlamda doğru olsa dahi, benim bunu size dayatma hakkım yoktur. Bunun güvencesi de demokrasidir. Ben böyle okuyorum. Bu da tahakkümün önüne geçen bir şeydir, insanların suça dönüşmedikçe yanlış yapma durumları da söz konusudur. Demokrasi ve laikliğe bu şartlar altında baktığımızda, ben öyle zannediyorum ki CHP’deki bu -benim tırnak içinde- “muhafazakârlar” dediğim grup artık herhalde biraz olan biteni gördüler. Onlar kendileri inandıkları şekilde yaşasınlar, bunda bir problem yok. Problem onların bunları başkalarına dayatmasından kaynaklanıyor. Ama hakikati arayan her insan da bulunduğu noktayı sürekli sorgulamalıdır; ölene kadar devam edecek bir hikaye.

Kılıçdaroğlu’nun mitingde okuduğu manifestonun son maddesi belki de en önemlisiydi: “Türkiye, coğrafyasındaki tüm halklara kardeşçe yaklaşan adilane bir dış politikaya dönüş yapmalıdır” deniliyordu. Burada akla direkt Suriye ve Kürtler meselesi geliyor. AKP çözüm sürecini bitirdiğinden beri yerli ve milli bir koalisyonla süreci yürütüyordu. CHP de bu sürecin parçası gibiydi. Bu madde, yerli ve milli koalisyondan bir kopuş anlamına mı geliyor?

Modern siyasetin unsurları olan siyasi partiler, neticede iktidarı hedefleyerek partileşiyorlar. Türkiye’de de iktidara gelmenin ön şartı, sadece muhafazakârlardan oy almak değil, Kürtlerden de oy almaktır. Türkiye’nin siyasi tablosunda şöyle bir sıkıntı var, bakın tüm partileri tanımlayalım. Ak Parti’nin tamamı Sünni. Yani Ak Parti bütün Sünnileri içermiyor ama Ak Parti’nin tamamı Sünni. MHP’nin hemen hemen tamamı Sünni. Küçük bir grup hariç bütün Aleviler CHP’de. Ve HDP’nin de çok büyük bir bölümü Kürt. Burada şunu görüyoruz, sosyolojik fay hatları üzerine kurulu bir siyasetimiz var. Bu çok tehlikeli. Siyasetin bütün yük taşıyan kolonlarını ve kirişlerini fay hatları üzerine inşa etmişsiniz. Kutuplaşma siyaseti kimliklere dayanır. İnsanların elinde olmayan özelliklerinin kutsanmasıyla inşa edilirler. Kimlik siyaseti ilkeleri geri planda bırakır.

Biz siyaseti ilkelere, prensiplere ve belirli bir etiğe dayandırırsak, buraya her dinden, mezhepten ve etnik gruptan insanları dahil edebiliriz. Böyle bir siyasete yönelebiliriz. Sonuçta CHP en azından siyasetin pragmatizmi içinde şunun farkına varmalıdır ki, Kürtlerden oy alamazsa iktidara gelemez. Bence oy alamaması için de bir neden yoktur. CHP’nin yapması gereken şey, çıplak bir sosyal demokrat parti olmaktır. Yani herhangi bir ideolojinin veya dinin veya mezhebin taşıyıcısı olmamak. Siyasetten beklediğimiz de budur zaten. Siyasi partiler birer din okulu, din ekolü ya da mezhep propagandası ve yayılması yapan örgütler olmamalı; ülke insanları için belli siyasetleri üreten merkezler olmalı. CHP bunun farkına varmış gözüküyor. Siz de söylediniz işte, yürüyüşte görüştüğünüz insanların artık o Cumhuriyet mitingleri kafasından çıktığını. CHP’nin muhafazakârları da Kürtlerle bir çıkış yolu bulmanın veya dindarlarla oturup aynı masada konuşmanın bir siyasi zorunluluk olduğunu görecekler. Siyaset zaten oturup konuşarak meseleyi çözme alanıdır. Bence iyi yolda bir adımdır, inşallah daha da gelişirler, onu temenni ederim.

Röportaj: Ozan Tekin

Bültene kayıt ol