Eşyanın, insanın, iktidarın tabiatı üzerine

13.02.2017 - 11:58
Haberi paylaş

Uzun zamandır aklımda dolaşıp duran bir metin vardı; “yer”inden etme üzerine. Mimarlığın içinde en çok kafa yorduğum, insanın çevresiyle kurduğu ilişki ve mekân üzerinden kök salması, yerleşmesi, “olma”sı meselesi; şahitlik ettiğim her meseleyi bir de bu açıdan gösteriyor bana.

Yaklaşık bir yıldır, düzenli aralıklarla, görevlerinden ihraç edilen ve odalarından eşyalarını toplamaları sırasında bile şiddete maruz kalan akademisyenlerin fakülte koridorları, kampüs bahçeleri, üniversite önlerindeki görüntülerine tanıklık ediyoruz. Kök salınan, ilişki kurulan, akademisyenin kendisinin olduğu kadar, o koridorda, o odada onunla karşılaşan öteki için de çok şey ifade eden yerlerin iktidar tarafından nasıl çiğnendiğini, yere sahip çıkmanın nasıl öfke uyandırdığını görüyoruz yine. Kampüs önünden bahçeye, bahçeden fakülte binasına, bölüm koridoruna, hocaların odaları ve bedenlerine uzanan ihraç belgelerinden, tekmelerinden, yumruklarından, çiğnenen cüppelerden bahsediyoruz. Kilitleniyorum görüntülere, tıpkı soykırım kamplarındaki insanların fotoğraflarına kilitlendiğim gibi. Kötülüğün sıradanlığı mı gerçekliği mi, derin öfke ve üzüntüsü mü hissettiğim, bilmiyorum. Hangi kelimeyi kullansam sıradan, hangi kelimeyi duysam yetersiz bir ruh hali içindeyim. Hak ve haksızlığın çifte standarda bağlandığı bir zaman diliminde yığınların ortaklaştığı bir reflekse şahit olamamanın derin yalnızlık ve korkusu belki de en çok.

Bir yıl öncesine gidiyorum. Ülkenin doğusunda yerinden, canından olanların, sesi duyulmayanların sesini yükseltmek için yayımlanmış bir bildiriye, bir insanın yapıp yapabileceği en pasif eylem türü olan internet üzerinden isim-soy isim-çalıştığı üniversite bilgilerini girmek suretiyle imza vermiş ve tam 3 hafta sonrasında da (bundan tam 1 yıl önce) evime gönderilen bir tebligatla işime son verildiğini öğrenmiştim. Koca vakıf üniversitesinde toplam 3 kişiydik. Bölümde iki kişi. Hayalim olan akademisyenliğe nasıl da hevesli, odamda ve öğrencilerimle nasıl da saf ve mutluydum. KHK’lar öncesi dönemdi bu. İlk dalgaydı. Akademik zincirin, iş güvencesi olarak zaten en zayıf olan halkalarından birinde, henüz doktorasını tamamlamamış, zayıfın da zayıfı bir özneydim. Soruşturma odasındaki profesörler güçlüydü kendilerince. İki dudakları arasındaydı bana tebligatla bildirilen karar. Okuldaki yerimden kopuşum sessizdi. Alkışlar, okul içinde dayanışmalar, veda yemekleri, arkadan dökülen bir tas su bile yoktu. Üzüntü ve öfkemin bir kısmını da bu oluşturuyordu. Büyük siyah çöp poşetlerine doldurduğumuz eşyalarımızla sessizce ayrıldık yerimizden arkadaşımla. İki buçuk yılda nasıl da yerleşmişim, kaç çöp poşeti etmiş geçmişim..

Sonrası 9 aylık işsizlik, parasızlık, toparlanma ve yol çizme, tanımadığım insanlardan güç bulma dönemiydi. Onun da sonrası, başvuru yaptığım onca okul arasından birine kabul edilmek üç ay önce. Buruk da olsa, yeni öğrencilerde yine umudu yakalama ve çalışmak için motivasyon bulma dönemi. Buradaki kitaplığım eski okulumdan çok daha küçük. Şimdilik yalnızca 4-5 kitap, bir kupa ve su şişesi koydum mekânıma. Koyacağım her nesne bana o siyah çöp poşetlerini hatırlatıyor çünkü her ölçekte aidiyetsizlik hissi, o çok sevdiğim yerleşme dürtüme galip geliyor. Darbe hamuruyla yoğurulmuş her gece yarısı KHK’sı ile internete düşen ihraç listelerinde ismini gördüğüm her hoca ile tekrar dönüyorum bir yıl öncesine.  İsmini bildiğim, makalelerini okuduğum, şahsen tanıdığım, konferansta dinlediğim, aynı yolda karşılaşmadan yürüdüğüm, yıllarını emek ile bilime ve öğretmeye adamış insanların nasıl bir kalemde kelimenin tam anlamıyla kapı dışarı edildiklerini görüyorum. Dişle tırnakla kazınan yolların nasıl buldozerle çiğnendiğini izliyorum. Doğal afetler sonucu yerinden yurdundan olan insanların, canlarını kurtarsalar bile yıllar sonra da baki kalan “geçmişe dair izlerin, nesnelerin” yok oluşu travması geliyor aklıma. Tam da nedenler ve sonuçlar arasındaki benzerliğin acı ironisi görünür oluyor. Hendeklerin, beyaz bayrakların, sokağa çıkma yasaklarının, sokaklarda günlerce kalan cesetlerin, evlerin duvarlarına yazılan taciz yazılarının, her ölçekte mekâna ve bedene ve aslında geçmişe ve geleceğe uygulanan şiddetin tam da buna karşı çıkma sebebiyle kapsamını büyüttüğüne şahitlik ediyorum. Romanlardaki, tarih kitaplarındaki, bilimkurgu filmlerindeki keskin kötülüklerin sürüklediği derin düşüncelerin, yerini gerçeğin sertliğine bıraktığı bir zaman dilimi. Hangi kelimeyi kullansam sıradan, hangi kelimeyi duysam yetersiz bir ruh hali içindeyim. Varlıkları, ürettikleri, bakış açıları ile örnek aldığım, kötülük dünyasında iyilik ve vicdandan yana dengeyi sağlayan bütün o insanların kapı dışarı edilişlerini sığdıramıyorum içime, elleri havada, gözleri korku dolu çocuk bedenleri zihnime sığdıramadığım gibi, tepkide taraftarlık güden, kendine dokunmadıkça sesini, sözünü esirgeyen yığınları midemin kaldıramadığı gibi.. Tam da bu noktada; Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu'nun "Barışı savunduğumuz için üniversiteden atıldık. Gerekçe bu olunca da üniversitenin barışı savunanları savunması beklenir. Üniversiteler barışı savunanları savunamadı"¹ sözleriyle soruyorum kendime, geriye ne kaldı üniversite dediğimiz kurumlardan?

Geriye bir tohum kaldı sanırım şimdilik. Kamusal alanın duvarsız bahçeleri, kimlik belgesiz girilen parkları, güvenlik görevlisi olmayan toplantı salonları, rektörsüz sokak akademileri, başka kök salma biçimleri olarak çıkmaya başladı ve zamanla da çoğalacak. Demokrasinin tam karşılığı olan kamusal alan gerçek anlamını bulacak ve tam da De Certeu’nun bahsettiği taktiklerle dışına çıkılan kapılar yeni alanlara evrilecek. Belki baharın habercisidir bu, illa ki eski odalarına, yerlerine, kampüslerine geri dönecek hocalar ve öğrenciler için de, ne dönülen yerler ne de sokaklardaki, parklardaki izler başka bir (en yalın haliyle iyi ve vicdanlı) hayatın da devamlılığını sağlamaya devam edecekler.

Haftalardır, çalışma masamın karşısındaki panodan bana bakan; mekan&akademi başlığı attığım küçük not kağıdındaki, “kilit vurulan odalar”, “kilit vurulan bedenler”, “sokak akademisi”, “mahkeme avlusu” ve “soruşturma odası” kelimelerine bugün eklenen “çiğnenen cüppeler” ile bu yazı da benden çıkmış oldu. İki gündür sadece öfke ve üzüntüyle öylece volta attığım karamsarlığımı, yazarak umuda çevirdiğimi fark ediyorum şimdi. Son bir yıldır, bir kalemde kapı dışarı edilen, kapı dışarı edilmese de sözünü esirgemeyen; ismini bildiğim, makalelerini okuduğum, şahsen tanıdığım, konferansta dinlediğim, aynı yolda karşılaşmadan yürüdüğüm, yıllarını emek ile bilime ve öğretmeye adamış insanlar, hocalar ve öğrencilerinden aldığım ilham ve onlarla meslektaş olma yolunda olmamın hevesiyle, karamsarlığımı uzaklaştırmaya çalışıyorum. Hepsine teşekkür ediyorum, dillerden düşmeyen “etik” kavramının,  hayatta ve akademide ne olduğunu bu tarihsel dönemeçte bana bir kere daha öğrettikleri için.

Esra Akbalık

http://www.cnnturk.com/turkiye/universiteden-ihrac-edilen-cem-kaptanoglundan-aciklama (10 Şubat 2017)

Bültene kayıt ol