Almanya'daki sosyalistlerden seçim değerlendirmesi: Direniş için ayağa kalk!

03.10.2017 - 02:34
Haberi paylaş

DSİP'in Almanya'daki kardeş örgütü Marx21 dergisinin yeni sayısında Almanya seçimlerini değerlendirdi. Sol Parti (Die Linke)'ye "Direniş için ayağa kalk!" diye seslenen Marx21, AfD'ye ve ırkçılığa karşı antikapitalist bir mücadele vermenin önemine dikkat çekti.

DSİP'in Almanya'daki kardeş örgütü ve Die Linke (Sol Parti) bileşeni Marx21'in seçim değerlendirmesi şöyle: 

Seçimden sonra Sol Parti - Direniş için ayağa kalk!

Federal meclis seçimi büyük bir politik depremle sona erdi. AfD'nin seçim başarısının yarattığı şok büyük. Sol Parti buna nasıl tavır almalı? marx 21'in bu konuda 5 tezi var.

1. Federal meclis seçiminin sonucu, politik sistemin içinde bulunduğu krizi ifade ediyor. CDU ile SPD'den oluşan tarihsel politik merkez yenilgiye uğradı. AfD net düzen karşıtı tutumu ve bununla ırkçı nefret arasında kurduğu bağla kazandı.

Korkulan oldu: AfD 94 milletvekiliyle federal meclise girdi. Seçimin ertesi gününde Frauke Petry'nin istifası, meclis grubunda ve partide dizginlerin kimin elinde olduğunu da ortaya koydu: Alexander Gauland ile Björn Höcke etrafında bir araya gelen güçlendirilmiş neofaşist kanat.

Trump ve Le Pen'den sonra şimdi de Gauland - Almanya'da da başka birçok ülkede yaşanan benzeyen politik bir süreç işliyor: Politik merkez eriyor. Angela Merkel'in "seçim zaferi" karşısında attığı sevinç çığlıkları, CDU/CSU'nun 1949'dan bu yana en kötü seçim sonucunu aldığı dikkate alınacak olunursa, ancak sahte bir gösteri olabilir. Politikalarını zenginler ve holdingler için alternatifsiz olarak ortaya koyan burjuva hükümetlerinin neoliberal politikalarının yarattığı tahribat, milyonlar nezdinde "yukarıdakilere" - yani partilere, holdinglerin basınına, seçkinlere karşı büyük bir öfkenin ortaya çıkmasına neden oldu. Merkel'in "ekonomik başarısının" çelişkili durumu da buna ekleniyor. Müthiş bir şekilde artan zenginlik toplumun büyük kısmına hiçbir şekilde ulaşmadı, aksine yüzde 40 kadarı 2000 yılından bile az kazanıyor. Bu durum göz önüne alındığında, ortalığa düzen karşıtı bir havanın çıkması hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Bu düzen karşıtlığının otomatik olarak sağa yönelmesi şart değil, aksine herkes için daha iyi bir yaşam sloganıyla sola da yönelebilir. Bunun bazı nüvelerini İngiltere'de Jeremy Corby'nin ve ABD'de Bernie Sanders'in ilham verici seçim kampanyalarında görmüştük.

Federal meclis seçiminde ise bunun tam aksi oldu: Hava yukarıdakilere değil, aksine aşağıdakilere, zayıflara yöneldi. AfD seçmeninin %85'i, "protestolarını ifade edebildikleri için" bu partiye oy verdiklerini belirtiyorlar. Yüzde 60'ı, diğer bütün partilere karşı" oldukları için AfD'ye oy verdiklerini söylüyorlar. Görünüşe göre AfD seçmeninin büyük kısmı, verdikleri oyların nefret ettikleri kurulu düzene karşı bir savaş ilanı olduğunu düşünüyor. Ancak AfD seçmeninin yüzde 55'i, partinin aşırı sağ ile arasına yeterince mesafe koymadığını düşünüyor. Ancak bu protesto oyları politik olarak kesinlikle önemsiz değil. AfD seçmenlerinin nedenlerine atılacak bir bakış, bunu ortaya koyuyor. AfD seçmenleri, "insanların artık kendilerini güvende hissetmediğini" (yüzde 99), İslam'ın etkisinin azalması gerektiğini (yüzde 99) ve mültecilerin gelişlerinin sınırlandırılması gerektiğini (yüzde 96) söylüyor. Bunun yanı sıra Alman kültürünün kaybolacağından endişeleniyor (yüzde 95) ve Almanya'daki yaşam tarzının değişeceğinden (yüzde 94) korkuyor. AfD, mevcut korkuları ve öfkeyi başarılı bir şekilde ırkçılığa ve kanun&düzen politikasına yöneltti. Dolayısıyla AfD seçmenleri epey öfkeli insanlar ve daha fazla sosyal adalet ile artık oldukça kemikleşmiş ırkçı ve otoriter pozisyonlarından ayrılacak gibi değiller, ancak büyük çoğunluğu bir faşist diktatörlük kurma heveslisi de değil. Mevcut sosyal çöküntü, üzerinde öfkenin yeşerdiği ve AfD'nin büyüdüğü verimli bir toprak.

Bu sosyal çöküntünün dayanışmayla aşılması, ücretlilere ve sosyal sigorta sistemine karşı yapılan saldırılara karşı direnişe geçilmesi perspektifinin oluşturulması, önemli bir görev. Ancak AfD'nin bu verimli toprağa tutunduğu kök, özellikle Müslümanlara yönelen bir ırkçılık. İyi argümanlarla ve bir araya gelinerek, bu ırkçılıkla mücadele edilmesi gerekiyor.

Sol Parti için bu seçim sonucunun bir uyanış çağrısı olması gerekir. Sol Parti radikal sistem karşıtlığını AfD'ye bırakmamalı, aksine antikapitalist bir güç olarak görünür olmalıdır. Bunda da kısmen başarılı oldu: Bankalara, holdinglere ve bunların partilerine karşı açılan sert savaş ilanı ve örneğin daha iyi hasta bakım koşulları kampanyasında olduğu gibi hareketin içinde yer alması, Sol Parti'nin batıda oyunun artmasında etkili oldu. Ancak bu durum doğudaki yüzde 6,1'lik oy kaybına ve oyların büyük kısmının AfD'ye gitmesine engel olamadı.

Eyalet hükümetlerinde sorumluluk alma düşüncesi, görünüşe göre sınırlı hareket alanı ve partner olarak sağcı bir SPD nedeniyle, umulan çekim etkisini yaratmadı. Sol Parti "diğerleriyle" arasındaki farkı yeterince ortaya koyamadığı için, "düzen partilerinin" yediği tokattan kurtulamadı. Sol Parti'nin Saksonya'da "borç freni"ne, Thüringen, Brandenburg ve Berlin'de de otoyolların özelleştirilmesine onay vermesi, partinin antikapitalist profiline zarar verdi.

2. Politik sistemden kitlesel bir uzaklaşmanın doğrudan sağa yöneleceği bir doğa kanunu değil. Ancak burjuva partileri, özellikle de medya kuruluşları, küçük burjuva sağıyla, onun ajandasıyla mücadele etmeye çalışmakla, bu ihtimali önemli ölçüde artırıyorlar. AfD'nin aldığı oy oranı, burjuva partilerinin ve medyasının mülteciler, İslam, terör ve iç güvenlik konularını elbirliğiyle merkeze taşımalarının mantıksal bir sonucunu oluşturuyor.

Televizyonda Martin Schulz ile Angela Merkel arasında yapılan son derece tuhaf açık oturum, AfD'nin kendi safları dışında da çok sayıda seçim yardımcısına sahip olduğunu ortaya koymuştu. Moderatörler açık oturumu büyük bir kararlılık ve ısrarla göç, İslam ve terör konularına yönlendirirken, hasta bakımı, eğitim, Merkel dönemi ekonomik büyüme mağdurları gibi konulara hiç değinilmedi bile. Ayrıca "Bild" gazetesinin yazı işleri kurulunun birebir AfD yöneticilerinden oluştuğu izlenimine kapılmamak da mümkün değildi, çünkü gazetenin baş sayfaları AfD seçim pankartlarından hiçbir şekilde ayırt edilemiyordu.

Sol Parti dışında bütün partiler sadece bu konuları ele alıyor, ya da Yeşiller örneğinde olduğu gibi, bunu örtülü olarak yapıyorlardı. FDP eskiden beri yaptığı gibi işveren pozisyonunun yanına polis ve askerin teçhizat meselesini ekleyerek, AfD seçmenini kazanmaya çalıştı. Linder'in liderliğindeki parti, iltica başvuruları reddedilen mültecilerin daha çabuk sınırdışı edilmesi, sınırların "en modern denetim cihazlarıyla" donatılması ve çok sayıda mültecinin aynı anda gelmesi durumunda kapatılması talebinde bulundu.

CDU sosyal sorunları tümüyle görmezden gelerek klasik bir "kanun & düzen" seçim kampanyası sürdürdü ve partinin iltica hukukunun törpülenmesinde elde ettiği "başarıların" altını çizdi. Son derece tatsız bir rolü ise SPD üstlendi: Martin Schulz, ağustos ayının başlarında mülteci meselesini bir tehdit senaryosu olarak olanca gücüyle tekrar seçim kampanyasına sokan ilk siyasetçi oldu. Bu durumda yüzde 44 oranıyla her iki kişiden birinin en önemli siyasi sorun olarak sosyal adaletten önce göçü görmesi, hatta iç güvenlikle birlikte bu konunun diğer sosyal ve ekonomik sorunların tümünden daha önemli olduğunu düşünmesi şaşırtıcı değil. Bu durum da sadece AfD'ye yaradı. Bavyera'daki sonuçlar çok çarpıcı: CSU burada Merkel'e mülteci meselesinde sağdan saldırdı ve hedefinin AfD'yi mümkün olduğu kadar küçük tutmak olduğunu ilan etti. Ancak AfD burada yüzde 12,4 ile batıdaki en yüksek oy oranına ulaştı.

Fransa ve Avusturya'da Front National ve FPÖ bağlamında yıllardan beri gözlemlenen durum, bu kez de Almanya'da tekrarlandı: Sosyal demokratlar da dahil olmak üzere bütün burjuva partileri ve medya, onların ajandasını sahiplenmek yoluyla aşırı sağ partilerin büyümesine engel olmaya çalıştılar. Ancak bu son tahlilde sadece sağcı partileri güçlendirdi. AfD liderliği küçük bir parti olarak seçim mücadelesinin ajandasını kendisinin belirlediğini öne sürmektedir ve bunda haklıdır. Sadece bu bile AfD için bir zaferdir.

3. AfD'nin aldığı başarılı sonucun bir nedeni de, sosyal mücadelelerin düşük seviyesidir. Sağ yükselişe karşı nasıl bir stratejinin izlenmesi gerektiğine dair yapılan tartışma, sendikaların mücadele yeteneğinin durumunun değerlendirilmesine engel olmamalıdır.

Seçimlerden önce televizyonda "Wahlarena" adlı bir tartışma programına katılan ve hastanelerdeki insan onuruna yakışmayan koşullardan ötürü Merkel'i sert bir dille eleştiren genç bir hastabakıcının sözleri, o can sıkıcı ortamda bir umut ışığı oldu. Bundan kısa bir süre sonra da, çeşitli hastanelerde protesto eylemleri başladı. İki kısa gün için seçim döneminin bütün dinamiği aniden değişmişti: Hükümetlerde veya holding merkezlerindeki koltuklarında kamu kaynaklarını yağmalayanlarla, ister Alman, ister Müslüman, ister göçmen olsun, halkın ezici çoğunluğu arasındaki toplumsal cephenin sınırları bir kez daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştı. Büyük partiler, hasta bakımında yaşanan kötü durumu ortada kaldıracaklarına dair söz üzerine söz vermeye başladılar.

Şayet sendika yönetimleri, özellikle de kamu sektöründeki kan kaybından ciddi bir şekilde etkilenmiş olan ver.di sendikası başta olmak üzere sendikalar, hâlen uygulanmakta olan sessizlik politikası yerine daha iyi bir hasta bakımı, eğitim ve kamusal altyapı için üyelerini kitlesel olarak harekete geçirebilseydi, acaba neler olurdu? Ama sendikalar bunu yapmadılar, tam aksine: Hastanelerdeki aktivistler ve protesto eylemleri düzenlemek isteyen sendika yöneticileri, en küçük protesto ve grev faaliyetinin örgütlenmesinde dahi aygıtta müthiş bir direnişle karşılaştıklarını bir ağızdan anlattılar. Bu da çok daha köklü bir probleme işaret etmektedir: AfD'ye karşı en etkili panzehir, toplumun büyük kısmının politik ve sosyal hakları için birlikte mücadele etmesidir.  Bu sayede kıpırdayamama duyguları aşılmış, insanlar arasında bağlar kurulmuş ve gerçek düşmanın daha net bir şekilde görünmesi sağlanmış olurdu. AfD'nin ırkçılığı gerçek bir dayanışma tecrübesiyle karşılaşmış, bölücü ideolojinin etki gücü duvara toslamış olurdu.

Ancak bu tür bir mücadele Almanya'da yeterli ölçüde yaşanmıyor ve bunun sorumluluğu önemli ölçüde sendika liderliklerinde bulunuyor. Sendika liderlikleri son 15 yılda tam üç kez kendi bacaklarına sıktılar ve kendi mücadele pozisyonlarını kötüleştirdiler: 2003 yılında Hartz programı karşıtı hareketin (Pazartesi gösterileri) desteklenmemesi, on yıl boyunca ücretlerin yerinde saymasının, hatta Hartz üzerinden işçilere yapılan şantaj nedeniyle gerilemesinin temelini atmış oldu.

Taşeronlaşma ve sözleşmeli işçi sistemlerinin kabul edilmesi, işçilerin kadrolu işçiler ve taşeron/sözleşmeli işçiler (ki bunlar sendikalar ve işyeri temsilcilikleri tarafından genellikle yüzüstü bırakılmaktadır) olarak bölünmesine neden oldu. 2008 yılında yaşanan krizden sonra, buna bir de devlet, şirketler ve sendikalardan oluşan ve krizin faturasını tümüyle kamuya yıkmaya çalışan kriz korporatizmi eklendi.

Genel olarak sendikalarda iki büyük sorun söz konusu: Bunlardan biri, lokasyon rekabeti ideolojisine, yani Alman sermayesinin uluslararası rekabette güçlenmesi durumunda, bundan işçilere de bir miktar pay düşeceği inancına olan bağlılık. Bu düşünce özellikle ihracat sanayinde yaygın olarak bulunmaktadır. Öte yandan, sendikaların kendilerinin de pay sahibi olduğu ya da göz yumduğu sosyal çöküntüyle (özellikle kamusal eğitim ve hasta bakımı sektörlerinde) mücadele etmekte stratejik bir çaresizlik söz konusudur.

Sol Parti, hakların giderek gerilemesine karşı kalıcı olarak bir şeyler yapmak istiyorsa, bu konuda harekete geçmelidir. Geçtiğimiz yıllarda, işyerlerinde alt düzey olmakla birlikte aktif ve sol görüşlü yöneticilerden oluşan bir tabaka ortaya çıktı. Bunlar mücadele azmine sahip, başka bir sendika politikası için çaba göstermektedir. Sol Parti, bunları sendika içi tartışmalara müdahale edebilecek ve sendikaların yönelimini şekillendirebilecek yeni bir sendika akımında bir araya getirebilmekte önemli bir katalizör olabilir. Sendikalar, büyük örgütlenmeler olarak hem ekonomik mücadelede, hem de örneğin ırkçılığa karşı mücadele gibi politik konularda da önemli bir toplumsal göreve sahiptir. Bu konuda soldan daha fazla baskı, işlerine çok yarayabilir.

4. AfD'nin başarısından söz edenler, on beş yıldır hüküm sürmekte olan Müslüman karşıtı ırkçılık karşısında susamazlar. Irkçılığa karşı mücadeleyi kapsamayan her AfD karşıtı strateji, başarısızlığa uğrayacaktır.

Düzen karşıtı görüntüsünün yanı sıra AfD'nin seçim kampanyasındaki en etkili söylemi Müslümanları ve mültecileri terörist ve kadın düşmanı olarak şeytanlaştırmasıydı. "Bir düşman olarak İslam" imajı ne bu seçim döneminde, ne de AfD tarafından icat edildi. Gauland'dan önce Sarrazin de aynı söylemi kullanıyordu. Müslümanlara karşı yürütülen kampanya, kesintili olarak 11 Eylül 2001 tarihinden bu yana sürdürülüyor. İslam düşmanlığı Almanya'da artık ırkçılığın baskın formu olmuş durumda. AfD ve diğer sağ oluşumlar, hem düzen partilerinden politikacıların, hem de medyanın dini terörizm, kadınların ezilmesi, homofobi veya antisemitizm gibi negatif kavramlarla bir araya getirmek suretiyle "bir düşman olarak İslam" imajını daha da geliştireceklerini bilmektedir. Bu kampanyanın etkisi yıkıcıdır ve artık toplumun yarısından büyük bir kısmı Müslümanlardan korkmaktadır. Sol Parti, oportünistçe davranarak kendi seçmenlerinin bu sorunla ilgilenmemesini sağlarsa, çok büyük bir hata yapmış olur. Irkçılık, AfD'yi geriletmek için ihtiyaç duyduğumuz mücadeleyi böler ve etkisizleştirir. Bundan ötürü parlamento dışı sosyal mücadelelerin yokluğu durumunda var olamayacak sosyal adalet projesi, ırkçılığa karşı mücadeleyle ayrılmaz bir bütün oluşturur.

Sol Parti'de bu bilindiği üzere tartışmalı bir durumdur. Sahra Wagenknecht, partisinin mülteci sorununu "çok hafife aldığını" ima etmiş, ancak bununla tam olarak ne demek istediğini muğlak bırakmıştı. Bu sosyal sorunun cevabı bu olamaz. Sol Parti seçim kampanyası boyunca bu zengin ülkede herkese, mültecilere de yetecek, iyi yaşam imkânları sağlayacak miktarda kaynak olduğunu, bütün meselenin bu kaynakların yeniden dağıtılması olduğunu söyledi. Sol Parti'nin güçlü bir ırkçılık karşıtı profil ortaya koyması durumunda izole olacağı tezi, seçim sonuçlarınca doğrulanmamaktadır. Örneğin Berlin-Neukölln'de ve Münster'de AfD karşıtı ve Müslümanları savunan profil önemli bir rol oynamış, Sol Parti bu seçim bölgelerinde yüzde 13,8 ve yüzde 10,1 ile bu güne kadarki en iyi sonuçlarını elde etmiştir. Irkçılığa karşı bu net duruşla bazı protesto oylarını kaybetmiş olması mümkündür, fakat Sol Parti yine de daha önce seçime katılmamış olanların ve partilerinin oportünist uyum eğilimlerinden rahatsız olan eski SPD ya da Yeşiller seçmenlerinin oylarını alabilmiştir.

Ancak 400.000'den fazla Sol Parti seçmeninin AfD'yi tercih etmiş olması, üyelerimizi ırkçılığa karşı mücadelede, ırkçı önyargılarla daha iyi başa çıkabilmeleri için örneğin Aufstehen Gegen Rassismus / Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk İttifakı'nın eğitim modüllerini kullanarak eğitime tabi tutmamız gerekmektedir. Ayrıca mülteciler ve Müslümanlar gibi ezilen azınlıklarla dayanışma ve cinsiyetçi baskının bütün formlarıyla mücadele de, sınıf dayanışmasının birer parçasıdır.

5. Sol Parti'nin seçim sonuçlarında batıda yüksek kazanımlara karşın, doğuda yüksek kayıplar görülüyor. Ama şu anda bölücü bir doğu-batı tartışmasına değil, Sol Parti için hangi politik yönelimin doğrusu olduğuna dair sağduyulu bir tartışma yapmaya ihtiyacımız var. Çeşitli ilçe örgütlerinin aldığı seçim sonuçları, bize bu konuda ışık tutuyor.

Batıda bir seçim bölgesinde oyumuzu en fazla artırdığımız seçim bölgesi, Hamburg-Altona! Evet, Hamburg! G20 protestolarına verdiği destek yüzünden bütün holding basını tarafından ateş altına alındığında, Sol Parti oldukça büyük sıkıntılara göğüs germek zorunda kalmıştı.

Ancak sonuç olarak kapitalizmin kötülüklerine karşı yapılan protestolara destek vermesi partiyi güçlendirdi, çünkü çok sayıda insanın beklediği, sistem eleştirisi barındıran muhalefet, tam olarak da buydu. Sol Parti, Hamburg'da yüzde 12,2 gibi yüksek bir oy oranına ulaştı, Altona ilçesinin birçok mahallesinde en güçlü parti konumuna yükseldi.

Ancak Hamburg bunun tek örneği değil: Antikapitalist bir profil, sosyal meselelerde net tavır alınması, sağın yükselmesine kadar yüksek bir profil gösterilmesi ve yerellerde yapılan iyi çalışmalar, pek çok yerde başarılı seçim sonuçlarına neden oldu.

Sol Parti'nin güçlenmesinin bir başka unsurunun, sosyal hareketlerle yerellerde politik faaliyet geliştiren aktif üyelere sahip olması olduğu da bu seçimlerde ortaya çıktı. Nürnberg-Nord'da alınan yüzde 11,7 'lik başarılı sonucun arkasında, kazanılan yüz yeni üye bulunuyor. Bunlar 3.500 kadar kişinin katıldığı bir seçim kampanyası etkinliği organize ettiler. Ayrıca şehirdeki Afgan öğrencilerin sınırdışı edilmesine karşı gösterilen direniş gibi güncel sorunlarla aktif bir ilişki kurulması da, bu başarılı sonuç üzerinde oldukça etkili oldu.

Berlin-Neukölln seçim bölgesinde Sol Parti oylarını yüzde 4,1 artırarak, yüzde 18,3'lük bir orana yükseldi. Neukölln'ün daha yoksul mahallelerinde bu oran yüzde 30'lara ulaştı.

Bu başarının arkasında, yerel örgütün hem sağa karşı çok aktif bir şekilde mücadele eden, ancak aynı zamanda sosyal protestolara da yoğun bir şekilde katılım sağlayan politik yönelimi oldu. Bu, aktif bir parti inşasının ne kadar etkili olduğunu ortaya koyuyor. Bölgede üye sayısı 2007 yılından bu yana 223'ten 500'e çıkarak, iki katından fazla arttı.

Pozitif bir dinamik bu şekilde ortaya çıkıyor: Daha fazla sayıda aktif üye ile Sol Parti yerellerde daha güçlü bir politik varlık inşa edebildi ve toplumsal çatışmalara daha iyi bir şekilde müdahale edebildi, daha güçlü bir politik varlık da yeni üyelerin katılımını sağladı.

Münster'i incelemek de açıklayıcı olacaktır: Sol Parti, burada AfD'ye karşı yapılan çok sayıdaki büyük protestoya katılmıştı. Sonuç: Münster, Almanya'da AfD'nin yüzde 5 oy oranının altında kaldığı tek seçim bölgesi oldu.

Sol Parti de aynı yerde oylarını üçte iki oranında artırabildi. Elbette ki batıdaki bir üniversite şehri, Almanya'nın doğusundaki bir genel seçim bölgesi ile karşılaştırılamaz. Ancak Sol Parti'nin başarıyla inşasına yaklaşım açısından aradaki farkları olduklarından büyük de göstermemeliyiz. Doğuda da Trump'tan ve AfD şokundan korkan ve Sol Parti'yi sağın yükselişine karşı antikapitalist bir güç olarak inşa etmeye hazır olan çok sayıda genç insan var. Bunlar partinin doğudaki geleceğidir ve yerellerde buna uygun olarak harekete geçebilecekleri bir ortama ihtiyaçları vardır.

Parti esas olarak doğuda ırkçılığa ve faşizme karşı verilecek bir mücadeleyi inşa etmeli, kaynaklarının tümünü AfD'ye karşı verilecek mücadelenin hizmetine sunmalıdır. Leipzig Sol Parti örgütü, bu konuda yol göstericidir. Sol Parti Leipzig örgütü, en başından beri Pegida'nın yerel kolu olan Legida'ya karşı yapılan sürekli protestoların bir parçası olmuş ve bu sayede çok sayıda insan için çekim merkezi hâline gelmişti. Bu çabanın kazanımı bir milletvekilliği ve Saksonya'daki çöküşe kıyasla kısmen istikrarlı bir oy oranı oldu.

Antkapitalist bir profil, AfD ve ırkçılığına karşı net bir mücadele hattı ve sendikalardaki mücadele etmeye istekli kadrolarla dirsek teması, bunların aktif ve harekete geçirici bir parti üyeliğiyle birleştirilmesi, şu anki durumla başa çıkabilecek bir Sol Parti'nin en önemli unsurlarıdır.

AfD ırkçı sloganlarıyla Sol Parti'nin yüz binlerce oyunu kazanmakla kalmadı, işçilerin hatırı sayılır bir miktarının Merkel karşıtı görünmekle birlikte ırkçı içerikli gösterilere katlılmasını da sağladı. Sol Parti halen büyük ölçekli sınıf mücadelelerine müdahale edebilecek ve varlıklarını yitirme korkusuyla karşı karşıya kalan küçük burjuva seçmen katmanlarına umut ve ilerleme perspektifi verebilecek kadar güçlü değil. Ancak ırkçılığa dönüşen protestoların işçi çevrelerine, özellikle taşeron/sözleşmeli işçi tabakasına ve işsiz insanlara daha fazla nüfuz etmesini engellemeyi denemek zorunda.

Bunun için Sol Parti'nin kendisinin sosyal mücadelelere katılan, bunları politik olarak bir araya getiren, aynı zamanda da neofaşizme ve ırkçılığa karşı mücadelenin öncülüğünü yapan antikapitalist, sosyalist bir güç haline gelmesi gerekir.

Bu politikanın hayata geçirilmesi için iyi bir fırsat, daha iyi bir hasta bakımı için sürdürülen kampanyaya çalışanların yanında katılmak, Federal Parlamento'nun 24 Ekim'de yapacağı kurucu oturumda ve 2/3 Aralık'ta Hannover'de yapılacak AfD Kongresi'nde, AfD'yi güçlü bir şekilde protesto etmektir.

(Çeviren: Atilla Dirim) 

Bültene kayıt ol